Röportaj: Narin DEMİRCİ
Vücudunda, omuzlarının üzerinde taşıdığı başını hayatı boyunca başına dert eder ünlü şair Ahmet Haşim. Kendisini çok çirkin bulur. Bir gün yazar arkadaşı Yakup Kadri’ye, “Monşer! Dün gece bu suratımın hali uykumu kaçırdı. Onu şöyle hayalimde bir düzene sokayım dedim. Alnımı daha muntazam şekle soktum. Kafamı lepiska saçlarla örttüm. Yanağımdaki Halep çıbanını yok ettim. Ağzımı ufalttım, çenemi incelttim. Yine de bir şeye benzemedi. Anladım ki bu kafayı kökünden kesip atmaktan başka çare yok” der. Bir türlü beğenememesi yüzünden başını koparmak isteyecek kadar çehresiyle barışık olmayan bir şairdir Ahmet Haşim. Hatta bu küskünlüğü, onun “Aynalara küskün şair” olarak anılmasına bile yol açar. Amma velakin yine de aynalarla barışamaz Haşim… Geçtiğimiz günlerde eğitimci-yazar Filyet Burcu Çilingir’in hikayesini kendi ağzından dinleyişimiz bize bir ara Haşim’i hatırlatsa da, onun aynalara karşı küskünlüğü bambaşka sonuçlara vesile olan bir küskünlük. Yakalandığı meme kanseriyle mücadelesi sırasında saçlarının dökülmesiyle birlikte çok sevdiği aynalarla iletişimi değişen Burcu Çilingir, aynalara küsmüş olsa da, yöntem değiştirip karşısında bambaşka birini izliyormuş gibi davranarak hastalığı sırasında dik durmayı başarıyor. Ve günün birinde kanseri nasıl yendiğini anlatan kitabına “Aynadaki Biri” ismini veriyor. Çünkü onun direniş sırrı bu. Biz de kendisiyle meme kanserine karşı göğsünü gererek mücadele ettiği o direniş hikayesini kimi zaman duygulanarak, kimi zaman hayretler içerisinde kalıp takdir ederek dinledik…
“Babasız büyüdüm” cümlesiyle başlıyor onun hikayesi. Cismani olarak bir yerlerde var olsa da, ruhani olarak asla var olmayan ve yanlarında bulunmayan bir babanın yokluğuyla… O da, babası hayattayken yetim büyüyenlerden. O kadar uzakmış ki babası, çocukluk yıllarında bahçede oynarken ayağını cam kestiğinde babasının kendisini kucağına alışını, “Babam o gün ilk defa beni kucağına aldı, lojmana taşıdı. Boğazımı sıktığı günü saymazsak babamla ilgili hatırladığım tek yakın temasımız budur. O günkü mutluluğumu anlatamam. Ayağımın kesildiğine sevinmiş bile olabilirim” diye ifade ediyor. Belki de başına gelenlere tebessüm etmesi, acıların hatta kanserin içinden “acımadı ki” deyip çıkabilmesi hep o günlerden kalma yaraların izi ve acılara tebessüm etme idmanı sayesindedir. Kim bilir?
Çocukluk yılları ayrı imtihan, gençlik yılları ayrı imtihan Burcu Çilingir’in. Babasız büyümenin acısını derinden hissettiği için annesinin yalnız kalmaması için evlilik kararını desteklerler kardeşiyle birlikte. Çünkü annesinin evleneceği kişi kendilerine oldukça değer veriyordur. Ancak iş hiç de umdukları gibi gitmez ve üniversite okumuş genç bir kız olduğu halde üvey babadan tekme tokat dayak yer genç öğretmen. Bunun üzerine valizini toparlayıp üniversite okuduğu şehre yani Ankara’ya gider ve orada sıfırdan bir düzen kurar. Sonra annesinin desteği ve teşvikiyle öğretmen ataması için başvurur ve Gaziantep’e tayini çıkar. Orada hayat arkadaşıyla tanışıp evlenirler. Sonrasında eşinin tayin sebebiyle Zonguldak’a taşınan çiftin bir kızları olur. Ancak altıncı aydan sonra kızlarının ağzının çevresinde ve parmaklarında morarmalar başlar. Bebeği hastaneye götürmek için yola çıktıklarında bir anne olarak kucağındaki bebeğinin göz bebeklerinin kaydığını fark eder Burcu Çilingir. Alelacele hastaneye gelen çifte bebeklerinin havale geçirdiğini söyler doktor. İkinci havaleyi geçirmemesi için yürekleri ağızlarında sürekli bebeklerinin başında beklerler. Meğer kömür memleketi Zonguldak’ın havası bebeğe iyi gelmemiş. Hastalığın detaylı takibi için sürekli Uludağ Üniversitesi’ne gidip gelen çifte Bursa yolu görünür ve yıllar sonra Bursa’da yaşamaya başlarlar.
“Bir doktor önce iyi bir insan, sonra iyi bir doktor olmalı”
İlk çocuklarının sağlık durumu iyiye gitmiş olsa da ikinci çocuğun immün yani bağışıklık yetmezliği nedeniyle sürekli hastanede yatması gerekebileceği ihtimalinden dolayı doktorlar ikinci çocuğu tavsiye etmezler genç çifte. Onlar da zaten düşünmediklerini söyleseler de ilk çocukları 12 yaşına geldiğinde ona bir kardeş düşünmeye başlarlar. Ve yine bir sağlık imtihanıyla karşı karşıya kalır Burcu Çilingir. Henüz iki aylık hamileyken ciddi bir düşük tehlikesi vardır ve hiç ayağa kalmamak kaydıyla geçirdiği uzun süreli sırt üstü yatış ve hastane kontrollü bir sürecin ardından oğlunu kucağına alır. Ve bu süreçte kendisine destek olan doktorunu yıllar sonra, “Bir doktor önce iyi bir insan, sonra iyi bir doktor olmalı. Bu her meslek için geçerli ama bence doktorluk mesleği için önemi daha da büyük” sözleriyle anar.
“Boynumdaki kireçlenme ağrısı kanserden ölmemin önüne geçti”
Ancak sağlıkla imtihanı henüz bitmemiştir ki onun. Duşta eline gelen nohut büyüklüğündeki bir kitle kafasını karıştırmıştır. Göğsündeki kitleyi fark ettikten sonra detaylı tetkik için özel bir hastaneye gittiğini söylüyor Burcu Çilingir. Teşhisi çok gecikmemiş olmasına rağmen doktor ihmalinin de altını çizerek o süreci şu sözlerle anlatıyor bize, “Ultrason falan çekildi. Doktor sonuçları alıp arkasına yaslandı ve lakayt bir şekilde ‘Şimdi eve gidersin, kanser falan oldum zannedersin, ağlarsın. Sakın öyle bir şey yapma. Altı ay sonra gel. Yeniden bakalım. Bu öyle bir şey değil’ dedi. Ama eve gelince boynumda ciddi bir ağrı hissettim. Çocukları anneme emanet edip ben dosyalarımla birlikte devlet hastanesinin yolunu tuttum. Hemen harekete geçtiler. Hatta birkaç kitle tespit ettiler. Sonrasında Bursa’daki onkoloji hastanesine gittim. Kitle sadece memede de değilmiş. Koltuk altına da sıçramış. Eğer özel hastanedeki doktorun söylediği gibi altı ay sonrasını bekleseymişim diğer organlara da sıçrayacakmış. Boynumdaki kireçlenme ağrısı kanserden ölmemin önüne geçti. Yani büyüklerimiz ‘Her şerde bir hayır vardır’ diye boşuna dememişler. Bu sözün doğruluğuna çok inanırım. O yüzden kadınlarımız kendilerini sık sık yoklasınlar, kontrol etsinler. Ve asla tek doktorun teşhisiyle yetinmeyip başka doktorlara da görünsünler.”
“Hayattan istediklerimiz konusunda dikkatli olmamız lazımmış”
Bütün bunları anlatırken önemli bir noktaya da dikkat çekmeden geçmiyor. Dua ederken dikkatli olmak konusuna. Hayatın kendisine yaşattığı bütün olumsuz şartlara rağmen “Hep istediklerimi aldım hayattan” diyor ve hastalığını öğrendiğinden beri anılarını kaleme aldığı kitabının bir yerinde, “Öğretmen olmak istedim, oldum. Âşık olarak istediğim erkekle evlendim. Dört yıl sonra kız çocuğum olsun istedim, oldu. On iki yıl sonra oğlum olsun istedim, oldu. Çocukken hep yaşlanmak istemediğimi söylerdim. Yaşım ilerledikçe, çok yaşlanıp tenim akordeon gibi olmadan, hastalanıp kimseye muhtaç olmadan ölmek istedim. Kırk yaşımı görmeden ölürsem hayat tüm istediklerimi vermiş olacaktı. Demek ki hayattan istediklerimiz konusunda dikkatli olmamız lazımmış. Sık pişmanlık yaşayan biri değilim. Ancak bu kez ben vazgeçtim hayat. Şimdi ölemem. Daha yapacağım çok şey var. Çocuklarımı yalnız bırakamam bu hayatta” diyerek devam ediyor duygularını aktarmaya.
Hamilelik döneminde hastalığın vücudunda olduğunu öğreniyor
Tanı koyulduğunda çevresinde bu hastalıkla mücadele etmiş kimse olmadığını ve yakın tanıdığı kimseye bu konuda danışamadığını ifade eden Çilingir, “Birdenbire böyle bir teşhisi almak benim için çok büyük bir yıkım ve sürpriz oldu” diyor. Oğlunun o süreçte henüz 3 buçuk yaşında olduğunun özellikle altını çizerken endişeli sürecin büyük kısmının da oğluyla ilgili olduğunu söylüyor. “Kanserde kitlenin beş yıllık bir sürecin ardından ele gelebildiğini öğrendim. O zaman benim hamile olduğum döneme denk geliyordu. Hamileyken hasta olduğumu fark etmek ve çocuğumda da hastalık riski olup olmadığı endişesini taşımak beni çok yordu ve yıprattı” diyen Çilingir, “Doktor doktor dolaştım. Çocuğun hastalıktan etkilenmeyeceğini söyleseler de ben hep o endişeyi taşıdım” ifadelerini kullanıyor.
Saçları dökülünce aynalara küsmek yerine…
Süreç içerisindeki durumunu anlatırken “yıkım” olarak değerlendirdiği konulardan birisi de saçları ve aynalara olan tavrı. Necip Fazıl, “Aynalar, bakmayın yüzüme dik dik/ İşte yakalandık, kelepçelendik/ Çıktınız umulmaz anda karşıma/ Başımın tokmağı indi başıma” diyor ya bir şiirinde, Burcu Çilingir de aynen öyle bir tavır sergiliyor aynalara karşı. Hatta öyle bir tavır ki bu, aynada baktığı kişinin kendisi olmadığını düşünerek bakıyor aynalara ve “Aynalara baktığım zaman kendimi beğenebilen bir insandım ben. Aynalarla barışıktım yani. Saçlarımın dökülmesi benim için çok yıkıcı oldu. Zayıfladım, karnım şişti. İlaçlarla birlikte fiziki görüntümde birçok değişiklik oldu. Saçım döküldükten sonra aynaya hiç bakamadım. Hep başımı kapatıp öyle baktım. Kapalıyken bile bakmak istemiyordum. Baktığımda ise sanki aynadaki ben değilim de başkasına bakıyorum diye düşündüm. Öyle baş ettim. O beni güçlü kıldı. Kendim olarak baksaydım yıkılacaktım, ayakta duramayacaktım” diyor ve o yüzden hastalık hikayesini kaleme aldığı kitabına da “Aynadaki Biri” ismini veriyor.
Kitabını kanserle mücadele edenlere umut olsun diye yazdı
Aslında o zorlu süreci yazarken ve yaşarken, süreç içerisinde yazılarını nasıl değerlendireceğine de karar verememiş. “Yazıları topladım attım, sonra oturdum yeniden yazdım” diyor ve kitaplaştırmak istediğini ancak çok özel olduğunu düşündüğünden yayınlamaktan vazgeçtiğini de sözlerine ekliyor. Fakat insanlara özellikle de kanserle mücadele eden hastalara bir umut ışığı olması açısından sürecin zorluk kısmından değil umut kısmından bahsettiği kitabını yayınlıyor. “Yazarsam insanlar korkar derken iyice kısalttım ve minik hap gibi bir kitap çıkarttım. Bir saatte okunuyor” diyen Çilingir, “Hastalık sürecinde umut arıyorsun. Ben o süreçte yalnız hissettiğim için kitabımın kendisi ya da yakınları bu süreci yaşayan insanlara yol arkadaşı olmasını amaçladım. Bu zorlu sürecin güçlü durarak gerekirse acılarını hafife alarak atlatılabildiğini, hastalığı atlattıktan 10 yıl sonra hâlâ sağlıklı ve hayatta olan birinin var olduğunu bilmelerini istedim” diyor.
“Acımadı ki” oyununun hikayesi
“Acımadı ki” olayının perde arkasını soruyoruz kendisine. “Kitabın kapağındaki bu ifadenin hikayesi nedir?” dediğimizde şöyle yanıt veriyor yazar, “Kemoterapi ilaçları damarları yakıyor. İlacı vermek için damar arıyorlar. Bir süre sonra damarı bulamayıp, defalarca iğne batırıp, içinde gezindirmeye başlıyorlar ve bu çok acıtıyor. Bir gün damarımda iğne gezindiren hemşire diğerine, ‘Gel sen bak. Ben hastanın canını çok acıttım’ dedi. Ben de ‘Acımadı ki. Ben ne acılar gördüm’ dedim. Öyle çıktı bu ifade. Aslında canım çok acıyordu ama kendime bu oyunu oynamasaydım güçlü hissedemeyecektim ve tedavim kötüye gidecekti. Ve ben kendimi bırakırsam çocuklarım daha kötü olacaktı.”
Çocukları travma yaşamasın diye acılarını içine atarak kahkaha attı
Oyunlaştırdığı şey sadece bu değildi elbette. O; annelik ve eşlik gibi yükümlülüklerini de heybesine yükleyip bu hastalıktan kurtulmaya çalışıyor. “Asıl travmayı yaşayan bendim ama çocuklarım travma yaşamasın diye süreci oyunlaştırıyordum” diyen Çilingir, “Saçlarımın döküldüğünü fark edince eşimin tıraş makinasıyla hepsini kestik. Çocuklar paniklemesin diye ‘Saçlarım çok dökülüyor diye kestik. Sakın gülmeyin. Çünkü çok komik oldu’ diyerek kahkaha atıyordum. Böylece onların durumu daha kolay atlatmalarını sağlamaya çalışıyordum” ifadelerini kullanıyor.
Oğlunun bir sözü yüzünden günlerce ağladı
Tedavinin radyoterapi süreci bittikten sonra iyice halsizleştiğini ve yirmi gün yerinden kalkamadığını söylüyor ve “Resmen süründüm” diyor. Ancak hastalığın fiziki deformasyonundan öte ruhsal anlamda yıprattığını da kaydeden Çilingir, oğluyla ilgili yaşadığı bir anısını da, “Sık sık dışarıya çıkmak, parka gitmek istediğini söylüyordu. ‘Ben çok hastayım. İyileşince götüreceğim’ diyordum. Sonunda bir gün bana, ‘Sen ne biçim annesin? Hep hastasın ama’ dedi. Bu söz yüzünden günlerce ağladım” diye anlatıyor.
Saçları çıkmaya başlayınca semt pazarına koştu
Aktif tedavi sürecinin dokuz ay sürdüğünü kaydeden yazara hastalığı atlattıktan sonra en hassas noktası olan ve kendisini aynalara adeta küstüren saçlarının yeniden çıkma serüveninde neler hissettiğini de sormadan edemiyoruz. Neler hissetmişti acaba saçları yeniden çıkarken ve tekrar aynalarla barışırken… “Semt pazarına gitmek istedim” diyor yine kahkaha atarak. Özellikle pazarı tercih ettiğinin altını çizen Çilingir şöyle devam ediyor, “Başım açık gezmek istedim. Ama saçlarım o kadar kısaydı ki. İnsanların bakışını ölçmek için bizim bölgedeki pazara değil başka bir pazara gittim. Pazarda bakmazlarsa hiçbir yerde bakmazlar diye düşündüm. Niyetim alışveriş değildi. Tezgahların başlarına gidip insanların tepkisini ölçmeye başladım. Kimsenin bakmadığını fark edince başım açık dolaşmaya başladım.”
“Büyük hastalıklar insanın kişiliğini değiştiriyor”
“Bu tür büyük hastalıklar insanın kişiliğini de değiştiriyor” diyor. Kendi kişiliğinde ne gibi değişiklikler olduğunu ise “İşimde ve özel hayatımda hiçbir hatayı kabul etmezdim. Aşırı mükemmeliyetçi olmak beni çok yoruyormuş. Hastalıktan önce çok katıymışım. Gülerek bakmıyormuşum hayata. Daha rahatım artık. Kendimle daha barışığım. Bu kadar sert olmaya hiç gerek yokmuş” cümleleriyle anlatıyor. Şimdilerde emekli olan eğitimcinin hastalık mücadelesini anlattığı kitabının yanı sıra, bir de pandemi sürecinde yazdığı “Burcu Öğretmen Atatürk’ü Anlatıyor” isminde çocuk kitabı var. Üstelik Uzman Klinik Psikolog onaylı bir kitap. Özellikle çocuk kitaplarının uzman görüşüyle yayınlanmasının oldukça önemli olduğunu vurgulayan yazar kitabıyla ilgili olarak, “Biz okulda öğrencilerin cıvıldaşmasına alışkındık. Pandemide okul o kadar boştu ki. Derse girdiğim süreçte 10 Kasım, 29 Ekim gibi özel günler yaklaştığında o özel günleri çocuklara masal ve öykülerle daha kolay anlatırdım. Bunun eksikliğini fark ettiğim için pandemide bu eksikliği kaleme alıp öyküleştirdim. Onu da kitaplaştırdık” diyor. Burcu Çilingir halen yazmaya ve yeni kitap hazırlıklarına devam ediyor.
YORUMLAR