Sedefkâr Zafer Karazeybek'ten yöneticilere çağrı: "Bursa geometrisini oyuncaklara taşıyalım"
Bursa mimarisindeki geometrik şekilleri yaptığı takılara ve hediyelik eşyalara taşıyan Türkiye'nin önemli sedefkârlarından Zafer Karazeybek, kentin yerel yöneticilerine çağrıda bulunarak, Bursa geometrisinin oyuncaklara taşınmasını önerdi. Şehrin mimari dokuları üzerine yıllardır envanter çalışması hazırlayan Karazeybek, 'Bursa geometrisiyle çocuklar için legolar hazırlanıp oyuncak haline getirilebilir. Bu çalışma hem çocuklarımıza geometriyi sevdirir hem de kültüre katkı sağlanmış olur' dedi.
Röportaj: Narin DEMİRCİ
Atık ve yokluk diye bir şey yok onun lügatinde. Değer var, kıymet var, bolluk var. Nesnelere sıra dışı bir gözle bakan sedefkâr Zafer Karazeybek; boynuz, çam kozalağı, deniz kabuğu, zeytin çekirdeği hatta yılan derisi ve caretta caretta kabukları gibi birçok atık malzemeyi sedefle harmanlayarak ziynet eşyaları haline getiriyor. Kendisine “Bırak bu kokmuş işleri” diyenlere aldırmadan yoluna devam eden ve kızına Nilüfer ismini verecek kadar kendisini sanatına adayan Karazeybek’in yaptığı eserler günün birinde Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde, yurtdışı müzelerinde, sergilerinde ve birçok önemli platformda yer alıyor.
Babasının tabiat sevgisinden kaynaklanan bir aşk çörekleniyor çocukluk yıllarında onun içine. Ve bir daha doğadan kopamıyor. O kadar çok seviyor ki, doğanın atık diye püskürttüğü şeyleri bazen kıymetli bir ziynet eşyasına, bazen bir müzik aletine, bazen de mutfak araç gereçleri gibi kullanılabilir malzemelere dönüştürüyor. Üstelik onun yaptığı işe sadece el sanatı gözüyle bakmak mümkün değil. Sanatıyla fen bilimleri ile sosyal bilimleri birleştiren bir yönü var. Topladığı atık malzemeleri kimya bilgisiyle mikropsuz hale getirirken, geometri ilmini de eserlerinde özenle kullanarak yaptığı kültürel eserlerle bir kültür taşıyıcılığı misyonunu yerine getiriyor. Çocukluğundan beri “Her çevresel maddenin güzel bir tarafı var” düşüncesiyle büyüyen Zafer Karazeybek, üniversite çağına geldiğinde 1980 döneminin sosyolojik kırılmaları yüzünden kazandığı üç farklı bölümü de bırakmak durumunda kalıyor. Ancak bu durum onun için bir bitiş değil aksine adeta yepyeni bir diriliş oluyor ve “Benim sermayem tabiat” diyerek yeni bir başlangıç için kolları sıvıyor. Tıpkı Aşık Kusuri’nin “Bakar” şiirinde, “Buluta girmeyle güneş kaybolmaz/ Yarılıp çıkması bir yele bakar/ Çerçöp gelip su yolunu tutamaz/ Silip süpürmesi bir sele bakar” deyişi gibi ne 1980 döneminin olayları ne de etrafındaki olumsuz insanların negatif söylemleri onu hedefinden alıkoyuyor. O sadece idealine odaklanıyor ve çirkin gibi görünen şeylerin güzelliklerini ortaya çıkarıyor. Çünkü bütün hücreleriyle güzele inanan bir sanatçı o. Biz de sedefin ham maddesini, topladığı deniz kabuklarından elde ederek kullanılabilir kıymetli ürünler haline getiren ve “Amacım yokluktan bir şeyler ortaya çıkarmak” diyen Zafer Karazeybek’ten, sıra dışı bir sedefkârlığa uzanan 40 yıllık yolculuğunu, aynı zamanda kızının ismini dahi Nilüfer koyacak kadar sanata olan adanmışlığını dinledik.
Evlerine giren bilim teknik dergileri hayatını şekillendirdi
Bursa’nın Orhangazi ilçesinin Çakırlı köyünde, kendi deyimiyle açlık ve yokluk duygusunu bilmeden başlıyor hayata Zafer Karazeybek. Çünkü çocuk yaşlarından beri babasından hep, “Biz aç kalmayız. Çevremizde her şey var. Bunların hepsi işe yarar” cümlelerini duyuyor ve bu telkinlerle büyüyor. “Babamdan tabiat hikayeleri dinlerdim. Mesela 60 civarında ot çeşidi sayardı. Hep doğayla iç içe bir yanım oldu. O yüzden açlık denen şeyi yaşamayı hiçbir zaman düşünmedik. Çevremizde her şey boldu. İznik Gölünden balıklar gelirdi. Bütün bunları tabiat bilgisi olarak öğrenen bir çocuktum. İlkokulda bütün oyuncaklarım diğer çocuklara göre farklılaşıyordu” diyor ve babası eğitimci olduğu için kendisini şanslı hissediyor. Çünkü hayatını şekillendiren temellerin o yıllarda atıldığını belirterek, “Babam okumayı çok severdi. Onu hep kitap okurken görürdüm. O zamanlar televizyon yoktu tabii. Evimize bilim ve teknik dergileri, hayat ansiklopedileri, resimli bilgiler gibi kitaplar gelirdi. Babamın ensesinde o kadar çok oynardım ki, o kitap okurken etkilenirdim ister istemez. Ben de kitaplara özendiğim oyuncakları yapardım. İlk oyuncaklarım suyla çalışan çark, türbün ve buharlı gemiydi. Buhar gücünü küçük yaşlarda öğrenmiştim” diye konuşuyor.
“Öğrenmek denilen şey bazen zorluklarla mücadele denilen şeydir”
On bir yaşında babasına özenerek öğretmen okuluna gitmeye karar verdiği için ilk gurbeti yaşıyor ve Adapazarı’na gidiyor. Çocuk yaşta ailesinden ayrılmanın sıkıntılarını yaşasa da biyoloji, tabiat bilgisi, kimya gibi dersler ilgi alanı haline gelmeye başlıyor ve akademik bilgisini artırıyor. Yaşadığı hiçbir olumsuzluk için negatif ifadeler kullanmayan sanatçı şimdilerde o yıllar için, “Öğrenmek denilen şey bazen zorluklarla mücadele denilen şeydir. Mekanik oyuncaklarla başlayan meselem beni şu anki seçtiğim alana doğru yönlendirdi” diyor.
24 yaşında kuyumculuk atölyesinde çıraklığa başlıyor
1979 yılında ise üniversite yolculuğu başlıyor onun için. Ancak Ortadoğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Sanat ve Sosyal İlimler gibi tam da beğenilerine uygun bir bölümü kazansa da öğrenciliğe devam edemiyor. 1980 darbesinin zeminini hazırlayan sosyal çalkantıların azizliğine uğrayan sanatçı, üniversiteden üç farklı bölüm kazanmış olsa da olaylar yüzünden üç bölümden de ayrılmak zorunda kalıyor. O yılları anarak, “1980 döneminin sosyolojik kırılmaları beni sosyal hayatın dışında bıraktı. Üniversitede üç farklı fakülteye girmeme rağmen tamamlayamadım. ODTÜ Sanat ve Sosyal İlimler’den sonra Ankara Üniversitesi İktisadi ve Ticari İlimler bölümünü kazandım. Üçüncü olarak ise Gazi Üniversitesi İktisat bölümüne girmiştim. Altı yıl öğrencilik yaptım ama problemli yıllardı. Tamamlayamadım” diyor. Ancak olumsuz şartlar yıldırmıyor onu. Zaten yılgınlık gibi bir şey de yok hayat felsefesinde. Bu duruşu, ilerleyen yıllarda sanatında kendisini öyle saygın bir noktaya getiriyor ki, 1980 dönemi onun üniversitedeki öğrencilik hayatına darbe vurmuş olsa da 2007 senesindeki 18 Mart Üniversitesi Yenice Meslek Yüksekokulu’nda uygulamalı seminerler vermesine engel olamıyor. Tabii zorlukları yaşamak, anlatmak ve yazmak kadar kolay olmuyor. Öğrencilik hayatı bitince “Ne yapabilirim?” diye düşünürken, İstanbul’da kuyumculuk yapan kuzeni geliyor aklına. Çıraklık için ilerlemiş bir yaşta olmasına rağmen, “Yeniden hayata tutunabileceğim ve meslek öğrenebileceğim bir alandı” diyerek, 24 yaşında kuyumculuk atölyesinde çıraklığa başlıyor.
“Kuyumculuk bana maden işleme tekniklerini öğretti”
Kuyumculuk atölyesinde 29 yaşına kadar çıraklık yapan Karazeybek, o yılları sedefkârlık sanatına geçişi için bir dönüm noktası olarak niteliyor. Çevresinden daha fazla bilgi toplamak için zamanını iyi değerlendiren sanatçı, “Madencilik kuyumculuğun çatısıdır. Çünkü kuyumculuk maden eritmekten başlar ve madenin şekillendirilmesiyle ilgili bütün aşamaları insana öğretir. Bana da maden işleme tekniklerini öğretti. Kendi sanatıma geçişim de böyle başladı” diyor. Anlattıklarını dinlerken, üç fakülteyi bıraktıktan sonra kendisini kuyumculuk sektöründe çıraklık yapmaya başlatan o itici gücün asıl nedeni de merak etmiyor değiliz. Soruyu sorduğumuz anda ki verdiği, “O dönemde inanın bir olta ya da bir sapan olsa birçok şeyi yapabilecek enerjiyi kendimde görüyordum” cevabındaki enerji karşısına öyle sirayet ediyor ki aslında yıllar önceki azmin verdiği aynı gücü hâlâ iliklerine kadar hissettiğini fark edebiliyorsunuz. Sanatçı bu konudaki verdiği yanıta şu sözlerle devam ediyor, “Çocukluktan beri programlandığımız, bizden beklenen şey öğretimle, okulla birlikte bir şey olabileceğimiz algısıydı. Ama birdenbire sudan çıkmış balık gibi olmuştum. Aslında üniversite hayatımın bitmesiyle birlikte kaybettiğim şey meslek hayatımda nasıl yürüyeceğimle ilgili bir sahneydi. Bir şeylerden eksik kalacağım duygusuydu. Ama kuyumculuk atölyesinde öğrendiğim en önemli şey ‘yapabilirim’ duygusu oldu. Çünkü meraklıydım.”
Boynuz işleriyle başlayan sedefkârlık yolculuğu
Kendine özgü bir şeyler yapmak için İstanbul’dan köyüne dönüyor Zafer Karazeybek. Bir atölye açıyor ve tam altı ay açtığı atölyede nasıl bir iş yapacağını düşünüp arayış içerisine giriyor. O süreçte kâh dağlardan bitki yaprakları, kâh deniz kıyısından balık omurgaları topladığını söyleyerek, “Yarım yıl sadece toplayıcılık yaptım ve çevresel atıklardan neler yapabileceğimi düşündüm. Bu arada müze ziyaretleri yapıyordum. İstanbul’a gidip doğal malzemelerden neler yapıldığını araştırıyordum” diyor. Ve altı ayın sonunda bir müze ziyaretinde boynuzdan tarak yapıldığını fark ettiği zamanı, “İşte o zaman açılım başladı bende” diye tarif ediyor. İşi öğrenmek için Bolu’nun tarakçı köyüne bile giden sanatçı, “Bizim çobanlardan öğrendiğim bilgi daha önemliydi. Çamlardan çıkarılan çıranın isli alevi, boynuzun yanmadan, üzerinde bir karbon yapısı oluşturarak ısınmasını sağlar. 130 santigratta boynuzun ham maddesi olan keratin yumuşar” diyerek, sonra onları presler vasıtasıyla şekillendirmeyi öğrendiğini kaydediyor.
“Hiçbir şey olan şeylerden birçok şey yapılır”
Boynuzla başlayan atıkları yaşatma serüveni çam kozalakları, selvi kozalakları, zeytin çekirdekleri, hurma çekirdekleri, ceviz kabukları, deniz kabukları gibi çevresel maddeleri de kıymetli ziynet eşyalarına dönüştürerek devam ediyor. Kuyumculuk teknikleri ile tabiatın sunduğu doğal malzemeleri kendine has yorumuyla harmanlayarak kullanılabilir malzemeler haline getiren ve görenleri şaşkına çeviren sanatçı neler yapmıyor ki? Karanfillerden, canlı çiçeklerden, yılan derilerinden takılar, caretta caretta kabuklarından aynalar, hindistan cevizi kabuğundan rebab denilen müzik aletleri ve yine boynuzdan tarağın dışında hoşaf kaşıkları, bıçaklar gibi envai çeşit ürünlere imza atıyor. Zaten sedefin de deniz kabuklarından elde edildiğinin altını çizerken sanat felsefesi hakkında şöyle konuşuyor, “Çam kozalakları içine dolgu yapılıp kesildiği zaman çiçek gibi çok güzel yan kesitler oluşturur. Yine deniz minarelerinden de enine kesitler yapıldığı zaman çok farklı desenler elde edilebilir. Her çevresel maddenin güzel bir tarafı var. Ve aslında hiçbir şey olan şeylerden birçok şey yapılır. O yüzden çevredeki her şey değerlendirilebilir anlayışı bende öncelikli ve baskın. Babamın söylediği gibi aslında gerçekten açlık yok. Sadece çevreye biraz daha dikkatli bakmak lazım. Zaten benim amacım da bunu göstermek ve yokluktan bir şeyler ortaya çıkarmak. Ve bütün toplamalarım ‘yapa/bilmek’ üzerine. Yani yapmak için bilmek.”
Yaptığı eserlerde Türkmen kültürünü de yansıtıyor
Hayatı sadece tabiatı araştırmakla değil kültürleri de araştırmakla geçiyor Zafer Karazeybek’in. Köken itibariyle Karakeçili yörüklerinden olduğu için kendi kültürlerinde boynuzun oldukça kıymetli bir malzeme olduğunu belirtiyor. Bununla birlikte yakından incelediği kültürlerden birisi de Türkmen takı kültürü. Yaptığı sanat eserlerinde sedef işlemeli gelin tacı gibi süslemelerin hep o kültürün esintileri olduğunu kaydediyor. “Türkmen kültüründe vardır gelin başı süslemeleri” diyen sanatçı, “Bunların içinde tomaka, zülüflük, çilkaklar, penezler denilen malzemeler vardır. Bütün bunlar ışıltı, pırıltı bazen de ses olsun diye kullanılır. Hatta Türkmen takıları içinde ünüklük diye bir şey vardır. Genç kızlar orak biçerken yılan sokmasından korktukları için yılan ünüklüğü takarlarmış. Boyuna ünüklük takıldığı zaman yılan sokmayacağına dair bir inanış varmış. Ses ve şıkırtı oluşturan bir takı. Boynuz da çok sert ve kırılgan olmadığı için kemer tokalarında kullanılmış. Bir de kadınlar güzel koksun diye karanfiller kullanılmış takılarda. Çok fazla doğal malzeme kullanıldığını gördüm” diyerek kendisinin de yaptığı takılarla Türkmen kültürünü bizzat yansıttığını ve yaşattığını belirtiyor.
“O hayvanları ben öldürmedim, ölülerini yaşatıyorum”
Birbirinden farklı, birbirinden enteresan atıkları değerlendirirken, özellikle yılan derisi ya da caretta caretta kabuğu gibi hayvansal malzemeleri kullandığında belli bir güruh tarafından eleştiri alıp almadığını da soruyoruz sanatçıya. O konuya da Ortaköy Sanat Pazarına gidip geldiği dönemlerde oraya herkesin okuması için yazdığı bir cümleyle açıklık getiriyor ve “O hayvanları ben öldürmedim, ölülerini yaşatıyorum” diyor. Hayvanları tek tek öldürüp atıklarını kullandığını düşünenlerin olduğunu ifade eden Karazeybek, “Ben öldürmüyorum. Öldüremem. Ben onların ölülerini yaşatıyorum. Tabiatın kullanmadığı malzemelerin içindeki özü görüyorum. Nilüfer tohumunu görüyorum mesela. Oradan da nilüfer yapıyorum” diyerek anlatıyor durumu.
Atıklardaki güzelliği görme biçimi ilham oldu, kızının adını Nilüfer koydu
“Doğal olan Zat’en güzeldir” mottosuyla yola çıkan ve yıllardır aynı çizgide yürüdüğünü kaydeden sanatçı, “Ben o güzeli görmeye ve göstermeye çalışıyorum. Hani ‘Fındık kabuğunu doldurmaz’ diyorlar ya, ben fındık kabuğunu doldurdum. Atık gibi duran şeyler üzerinden bir değere yürüyorum. Toplum ‘Oraya bakma, orada bir şey yok’ düşüncesini dikte etse de ben ‘Onlar bakma diyorsa benim bakmam lazım’ dedim. Ve baktıkça doğal olanın Zat’en güzel olduğunu gördüm. Bunu ifade ederken Zat kelimesinden sonra apostrof kullanırım. Çünkü O’nu (cc) gördüm. Yani Allah yaratısı olarak her şey güzel” diyor. İcra ettiği sanata o kadar inanıyor, çirkin gibi görünen şeylerde güzeli görüp ortaya çıkarmaya çabalıyor ki, bu inanmışlığı kızına da Nilüfer ismini vermesine sebep oluyor. İsim hikayesini de anlatırken, “Atık diye bir şey yok, o güzellikleri görmek var. O yüzden kızımın adı Nilüfer” diye söze başlayan sanatçı, “Nilüfer, hayatın içindeki çürümüşlüğün içerisinde güzel bir öz gibidir. Nilüfer tohumu gibidir hayat işlenmemişliğinde. Ben bataklığın içerisindeki o Nilüfer’i keşfetmeye çalıştım hayatım boyunca. O yüzden hem bu işlerle uğraştım hem de kızımın adını bile Nilüfer koydum” şeklinde konuşuyor.
“Benim el alem denilen bir rakibim hiç olmadı”
Hayat felsefesiyle sanat felsefesini tekmil yaşayan bir insan olduğunu bariz bir şekilde fark ediyorsunuz sohbetiniz esnasında. Hem davasına hem nesnelere bakış açısına hem de herkesin gittiği yoldan ayrılıp kendi yolunda azimle yürüyüşüne hayran kalıyorsunuz. Ve aklınıza şu soru geliyor ister istemez. İnsanlara rağmen kendi yolunda yürümeyi nasıl başardı? “Benim el alem denilen bir rakibim hiç olmadı” diyerek yanıt veriyor ve devam ediyor sanatçı: “Kendi içimdeki o zaman zarfında, fazla hırpalandığımda kapılarımı kapatırım ve atölyemde geçirdiğim zamanı daha verimli addederim. Ama her defasında sizi hırpalamaya, aşağılamaya çalışanların tek amacı vardır. Elinizden imkanlarınızı almaya çalışmak ya da sizden istifade etmek. İşinizi kötüleyerek yapar bunu. Daha kolaycı yaşamak isteyen gruptur onlar. Ve bu kolaycı gruplar ortalıkta her zaman vardır. Fakat onların Zafer’e ulaşması öyle kolay olmuyor. Ben imzamı çoktan attım çünkü.”
“Sizin serüveninizden hoşlanan insanlar sizi bulur”
Etrafında enerjisini düşürmeye çalışan, kendi ifadesiyle kolaycı grupların varlığıyla hiç mi pes edecek noktaya gelmediğini, ruhunun yara aldığı zamanlarda nasıl dayandığını, neler yaptığını da soruyoruz sanatçıya. Gençlik yıllarında bir dönem pes etme noktasına geldiğini ancak niçin etmediğini, “Hep gemileri yakarak yürüdüğüm için arkamda geriye dönüş yolculuğu bırakmadım” cümlesiyle özetliyor. Bunun aslında bir yalnızlaşma serüveni olduğuna dikkat çeken sanatçı, “Hayatınız boyunca çok fazla insanla yaşamaz, dost olmaz ve onların sizi sevmesini, takdir etmesini beklemezsiniz. Ama sizin serüveninizden hoşlanan insanlar sizi bulur. Toplum genelde hep birilerinin paçalarından aşağıya çekerek mutlu olur. Köydeyken atölyeme girmek istemeyen, yaptığım işlere ‘Of! Ne kadar kötü kokuyor?’ diyen yakın akraba ve arkadaşlarım olmuştur. 40 yıldır bu sanatla uğraşıyorum ve geçen zamanın sonunda hâlâ bu işten ekmek parası kazanılıyor muymuş, sanat üretilebiliyor muymuş diye hayranlık ve şaşkınlıkla bakıyorlar. Ama o dönemlerini de hatırlıyorum onların. ‘Tüh! Balık omurgasını almış. Bu kokmuş şeyleri nasıl temizliyor?’ diyen insanları da gördüm. Oysa ben, o balığın içindeki güzelliği gördükten sonra asıl bunları söyleyenleri görmez hale geldim” diyor.
“El sanatıyla nafakamı kazanabildiğim için beni kahraman ilan etmeliler”
“Peki ya sonra?” dediğimizde ise “Kahraman oldum” diye cevap veren Karazeybek, “El sanatları genellikle hobi olarak yapılıyor. Maalesef ülkemizde el sanatlarından nafakasını kazanabilen insan yok gibi. Ben bu sanatla evime ekmek götürebildiğim için beni kahraman ilan etmeliler. Sanatın para etmediği bir dönemde ekmek parasını sanattan kazanabilmek kahramanlık değil midir?” sözleriyle devam ediyor. Onun bu cümleleri, Yeşilçam’ın ünlü aktörlerinden Cüneyt Arkın’ın bir ifadesini getiriyor aklımıza. Aktör, bir kitabında kahramanlığın tanımını yaparken, “Bana diyorlar ki, ‘Sen Malkoçoğlusun’. Kahraman. Kahraman nedir ya? Vallahi, Türkiye’de evine alın teriyle, namusuyla ekmek götürüp ailesini doyuran her ana-baba kahramandır” ifadelerini kullanıyor. Şimdi insan şapkasını önüne koyup her iki sanatçının da söylemlerini derinlemesine düşündüğünde kendi kendisine şu soruyu soruyor: “Başarılan şey kahramanlık değilse nedir?”
Yaptığı eserler ülke sınırlarını aştı
Bir sanat kahramanı olarak çalışmalarını yurtdışına da taşıyan Karazeybek, Etnomüzikoloji Derneği için rebab, kabak kemane, ud kafesi ve klavye çalışmaları ile müzik aletleri de yapıyor. Eserler içerisinde rebabın Amerika’nın Filorida eyaletinde bulunan bir müzede sergilendiğini belirterek, “Sivas Divriği Ulucamii geometrisini çalışmıştım. Savat işi ve birçok tekniği üst üste bindirdiğim orijinal bir eserdi” diyerek, rebabın şu anda Filorida’da Enstrümantal Müzik Müzesi’nde yer aldığını kaydediyor. Orijinali Topkapı Müzesi’nde bulunan ve İngiltere’den sipariş gelen bir başka eserinden de bahseden sanatçı, “İngiltere’den de Hatayi desenli ayna talep edildi. Oradan mamut dişi getirdiler ve ben mamut dişi üzerine rölyef çalıştım” diyor. Eserleri ülke sınırını aşan sanatçı Hollanda, Almanya, Danimarka, İngiltere, ABD ve Avusturya’da Türk tanıtım haftalarında Türkiye’yi ve Bursa’yı temsil ediyor.
“İyi ki beni o kadar kızdırmışlar”
Kendisini sanatına bu denli adayan, bütün yıldırmalara karşı olmaz gibi görünen onca şeyle başa çıkan bir ustayı dinlerken yine Aşık Kusuri’nin şu dizelerini içimizden geçirmeden edemiyoruz. Çünkü ozan, yazının başında bahsettiğimiz “Bakar” şiirinin devamında, “Şahini durdurmaz karga avazı/ Aslanı yıldırmaz bir uyuz tazı/ Sessiz bellediğin düzensiz sazı/ Öttürür ustası bir tele bakar…” diyor. O, mısra mısra bunları söylerken, bir bakıyoruz ki Karazeybek’in hikâyesi ile Kusuri’nin şiiri birebir örtüşmüş. Ve sanki sanatçının hikayesi, mısralara bürünmüş de karşımızda şiir diye görünmüş... O yüzden kendi sanatı içerisinde her atık bir nota, bir melodi Karazeybek için. Sessiz sedasız bir köşede atıl biçimde duran ve atık gibi görünen tabiatın armonisini yakalamış bir sanatkâr için çatlak seslerin pek de bir önemi yok zaten. O, kırk yıldır kimselere aldırmadan atölyesinde sanatını icra ederek tabiri caizse kendi şarkısını, kendi türküsünü söylüyor. Yaptığı işe bir zamanlar ‘kokuşmuş’ gözüyle bakanların şimdiki şaşkınlığı karşısında kendisinin neler hissettiğini merak etmemek ise işten bile değil. Onların geçmişteki tutumları ile şu anki dönüşümleri neler hissettiriyordu kendisine? Soruya tebessüm ederek “İyi ki varlar. İyi ki beni o kadar kızdırmışlar ve iğrenmişler benden. Yoksa bu kadar güzel işler çıkmazdı ortaya. Çünkü iğrendikleri şey ben değildim, emeğimdi. ‘Boşa emek veriyorsun’ diyorlardı. Oysa sebatlı olduktan sonra emek boşa çıkar mı hiç? Sen güzele meftunsan, güzele düşkünsen onların lafügüzafı beni ilgilendirmez” şeklinde yanıt veren Karazeybek, sanatın zaten risk almak olduğunu da sözlerine ekliyor.
“Nesnelere doğru bakıldığında doğal afetler önlenebilir”
İnsanileşmiş emeğin kutsallığına vurgu yaparak “Yokluk ve yoksulluk duygusunu yaşamamak tam da bu” diyen sanatçı, bunun bir eğitim süreci olduğunun da altını çiziyor. Nesnelere doğru ve güzel bakıldığı takdirde birçok doğal afetin de önüne geçilebileceğine işaret eden Karazeybek şöyle konuşuyor, “Üç tarafı denizlerle çevrili ülkemizde böyle atık gibi görünen malzemelerden o kadar çok şey yapabiliriz ki. Ormanlarımız yandı mesela. Belki bu kozalaklar ağaç diplerinden toplanmış olsaydı yangınlara vesile olmayacaktı. Toplanan kozalaklar endüstride kullanılabilirdi. Hatta bunlardan fabrika bile çalıştırılabilir. Çok zengin bir ülkeyiz ama çok fakir yaşıyoruz. Çünkü kafalarımız fakir. ‘Buradan bir şey çıkmaz’ algısının sıkıntısını yaşıyor bu toplum. Bu düşünce, kafaları koşullayarak sadece gösterileni görür. Halbuki çevreye doğru düzgün bakabilme keyfini öğretmeli. Tabiata doğru bakan bir insan fakir olamaz. Önce ‘bakma’ diyen bakış açısını değiştirmemiz lazım. Bu yüzden başladığım yolculuk beni sedefkârlığa getirdi. Çünkü sanat, etrafı daha duyarlı, daha hassas görebilmektir.”
“Geometri, sedefkârlıkta çok kıymetli bir alan”
Günlük hayatın içinde matematiğin, sadece bakkal hesabı için lazım olduğu mantığından çıkarılması gerektiğine özellikle vurgu yapan sanatçı, geometrinin sedefkârlık için de hayati önemde olduğuna değinmeyi ihmal etmiyor. “Atıkları değer haline getirmişken rastgele parçalayıp atarsam emek zayi olur” diyen Karazeybek, “Geometri sedefkârlıkta çok kıymetli bir alandır. O yüzden sanatsal alanın çok güzel ve verimli kullanılması ancak geometri bilgisiyle mümkün. Anadolu Selçuklu bu anlamda fevkalade önemli bir kültür. Anadolu’da yapılan eserlerin hepsinde geometri bilgisi oldukça yoğun ve önemli. İşte sedefkârlıkta da sıradan bir deniz kabuğu, geometriyle geniş yüzeylere yayılır. Yani küçücük bir parçanın tekrarlarıyla çok enteresan yeni alanlar oluşturursunuz. Biz geometriyle çevremizde atık gibi duran malzemeleri en geniş alanlara yayabileceğimiz, güzel kompozisyonlarla süsleyebileceğimiz hale getirdik. Geometrinin doğal malzemeler üzerindeki anlamlı yeri de burası” diye konuşuyor.
Yeşil Türbe konseptli çalışması Cumhurbaşkanlığı Külliyesine hediye edildi
Bursa Büyükşehir Belediyesi Sanat ve Meslek Eğitim Kursları’nda (BUSMEK) altı yıl kursiyerlere eğitim verdiği dönemde birçok geometrik çalışmaya da imza atıyor. Yeşil Camii’nin geometrik desenlerini konu aldığı mücevher sandığı çalışmasının BUSMEK yönetimi tarafından Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ne hediye edildiğini belirten Karazeybek, “Yeşil Camii’nin geometrisine yer verdiğim özel bir sandık çalışması yapmıştım. Sandığın orta kısmına cami içindeki yazılardan boynuz üzerine sedef kakma ve Osmanlıca olarak ‘Fakirlik benim övüncümdür. Cennet cömertlerin yurdudur’ hadisi şerifini aktardım. Kenarlarında ise kemik bir zencerek var. Zencerek, birbirine geçmeli kemiğin iç içe oyması sonucu elde edilen bir teknik. Çok kullanılan bir teknik değil. Kullandığım bütün teknikler Yeşil Türbe’nin anlatımıydı ki, sandığın içine koyulacak nesneleri de düşündük. Ayna, tarak ve elbise fırçasıyla çalışmayı daha da zenginleştirdik” ifadelerine yer veriyor.
Bursa Büyükşehir Belediyesi Başkanlık makamındaki Muhabbet Sehpası’nın isim hikayesi
Önemli geometrik eserlerinden biri olan “Muhabbet Sehpası” adlı çalışmasının da Bursa Büyükşehir Belediyesi Başkanlık makamında yer aldığını kaydeden sanatçı, çalışmanın felsefesi ve tekniği konusunda, “Hem sanat tarihi hem de Bursa kültürü açısından Muhabbet Sehpası bir kazanım olarak güzel bir makamda duruyor. Geometrik bilgiyi aktaran bir kültürü içinde barındırıyor. Bugün fuzzy logic denilen mantık, çeşitli kategorilerin birbiriyle parça-bütün ilişkisi, zıtlık, karşıtlık, yakınlık, komşuluk, uzaklık, yakınlık dairesi çerçevesinde düzenlenmiş sembolik bir örüntü. Eser de bunların arasındaki bağıntıyla insanların düşünmelerine hizmet eden bir pozisyonda. Bu yüzden adı Muhabbet Sehpası. Yani muhabbet edebilmek için parçalar arasındaki ilişkileri anlatıyor. Uzun ömürlü bir çalışma olması için fırınlanmış kayın ağacı kullandım. Olaylar arasındaki bağıntıyı oyma işi daha iyi anlatacağı için oymacılık yaptım. Sedef kakma işi ve bunların arasındaki sembolleri de mine tekniğiyle çalıştım” diyerek kemik, abanoz gibi farklı renkte ağaçlar kullandığını belirtiyor. Eserin kalıcılığının sağlanması için adının Muhabbet Sehpası konduğunu söyleyen sanatçı, “İnsanlar ‘Bu nedir?’ diye sordukları zaman başlanacak bir sohbeti hazırlıyor aslında sehpa” diyor.
Bursa geometrisinin oyuncaklara taşınmasını istiyor
Sanatını Bursa için nasıl kullandığı noktasında ise detaylı açıklama yaparken aslında bir özelliğinin de restoratör olduğunu söylüyor Zafer Karazeybek. Sanatçı meğer 23 yıl önce Osman Gazi türbesinin restorasyonunda da bulunmuş. Sonrasında Yavuz Sultan Selim türbesinin restorasyonu için İstanbul’a ve Afyon Mevlevihanesi restorasyonu içinse Afyon’a gidiyor. Bursa’da dikkatini çeken mimari dokular üzerine envanter çalışması yapan sanatçı şunları kaydediyor, “Bursa mimarisindeki çizilmiş sembolik değerleri ve bunların arka planını açığa çıkarmak için geometriyi açığa çıkarmam gerekiyordu. Muradiye Camii, Timurtaş Paşa Camii, Yıldırım Medresesi, Yeşil Camii, Hüdavendigar Camii, Ulu Camii minberi gibi çizimler, benim kentin geometrisini çalıştığım çizimler oldu. Bunların çizimlerinin yapılması ve envanterinin çıkarılması büyük bir çalışma. Kitap haline getirilmesini arzu ediyorum. Hatta Bursa geometrisiyle çocuklar için legolar hazırlanıp oyuncak haline getirilebilir. Üstelik böyle bir çalışma ve üretim hem çocuklarımıza geometriyi sevdirir hem de kültüre katkı sağlanmış olur.”
Yaptığı takılarda da Bursa geometrisi esintisi var
Bursa mimarisindeki geometrik şekilleri yaptığı takılara ve hediyelik eşyalara da aktardığının altını çizen Karazeybek, “Kentin yerel değerlerini önemsediğim için yaptığım çalışmalarda Bursa esaslı şeyler oluşturmaya başladım. Bursa mimarisini takı ve kutu üzerinde mütemadiyen kullandım. Cumhurbaşkanlığı Külliyesine hediye edilen Yeşil Türbe konseptli çalışmam da böyle bir eserdi. Hediyelik eşya olarak şehrimizin kültür, sanat, turizm etkinlikleri çerçevesinde bu ürünlerin yeniden tanıtılması ve üretilmesi anlamında Bursa çizgisinde bir sanatkâr haline geldim” diyor. Amacının, yaşadığı müddetçe Bursa’ya hizmet etmek olduğunun altını çizen sanatçı, kentin yerel yöneticilerine de çağrıda bulunarak, “Şehrin yereli üzerinde, bıçakçılığından ipekçiliğine, kemerciliğinden hediyelik eşyasına kadar neredeyse dokunmadığım kısmı kalmadı. Bu anlamda şehrin yöneticilerinden ürünlerimizin ve kültürümüzün yine kentimize katkı sağlaması için destek bekliyorum. Şehrimiz için hep birlikte çalışalım. Doğal ve yerel değerlerimizi birlikte yaşatalım” diyor.