Yazarlık, ısmarlama ilkelerle olmaz!
Yazmak her yiğidin harcı değildir. Herkes bir şeyler yazar; ama milyonları peşinden sürükleyen bir yazar olmak için şüphesiz doğuştan gelen bir yeteneğe ihtiyaç var. Şiir yazacaksanız, genel geçer şiir bilgilerine hâkim olmak yetmez; kelimelere hükmedecek bir kabiliyete de sahip olmalısınız. Duyguların ifadesinde doğru kelimeleri seçmek, cümleler arasında ahengi yakalamak taklitle yapılacak bir şey değildir.
Elbette ki şair ve
yazar usta isimlerden beslenmelidir; ancak her zaman onun gölgesinde kalmamak
için özgünlüğü yakalaması gerekir. Hani derler ya usta çırağı sollamazsa sanat
ölür, hatalı sollarsa çırak ölür. Yazar ve şair için de durum benzerdir. Günümüz
Türk edebiyatının en önemli isimlerinden Mustafa Okumuş’un; “Yazarlık, öyle
ısmarlama ilkelerle olabilseydi, herkes yazar olurdu. Bir şeyi bilmek ayrı, onu
uygulamak çok farklı bir şey… Diyelim ki şiirle ilgili çok şeyler öğrendiniz.
Bu, sizin şiir yazabileceğiniz-şair olacağınız anlamına gelmez. Ancak bu bilgiler,
doğaçlama yeteneğiniz varsa işinize yarar” ifadesi herhalde konuyu en iyi
açıklayacak niteliktedir.
Kahramanmaraş’ın birikimli yazarlarından Mehmet Gören’in kaleminden Usta edebiyatçı Mustafa Okumuş’un yazar, şiir ve sanata bakışını irdeledik. İşte o röportajımız:
Sayın Hocam, öncelikle bize kendinizi tanıtır mısınız?
1932 yılında Kahramanmaraş'ın Türkoğlu ilçesi Karalar Köyü’nde (Beyoğlu Beldesi) doğmuşum. İlköğrenimimi kendi köyümde, orta öğrenimimi Düziçi Köy Enstitüsünde tamamladım. 1951'de ilkokul öğretmeni olarak Milli Eğitim'de göreve başladım. 1960'da Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat grubu bölümünü bitirdim. Aynı yıl Kahramanmaraş Lisesine atandım. Bu okulda uzun yıllar öğretmenlik ve yöneticilik yaptım. Bir ara Kahramanmaraş İmam- Hatip Lisesinde öğretmenliğe devam ettim. Buradan Kahramanmaraş Orta Okulu Müdürlüğüne atandım. Emeklilik öncesine kadar bu görevde kaldım. 9. M. E. Şurası ön hazırlık komisyonlarında görev aldım. 1967 Kahramanmaraş il yıllığı hazırlama çalışmalarına katıldım. Vilâyet onayıyla, yeni açılan Kahramanmaraş Ticaret Lisesi geçici kuruculuğunda görevlendirildim. Kadro oluşuncaya değin, ek görev olarak, söz konusu lisenin alt yapısının oluşumuna katkı sağlamaya çalıştım. Kahramanmaraş Kültür Sanat Evi (KÜSEV) kurucuları arasında yer aldım. Halen bu derneğin üyesi ve derneğin yayın organı ALKIŞ Dergisi yazarlarındanım. Ayrıca Gâvur Gölü ve Doğal Hayatı Koruma derneğinin kurucu ve Kahramanmaraş Kültür Sanat Derneğinin de üyesiyim. 1981'de kendi isteğimle emekli oldum. Aynı yıl Kahramanmaraş'tan yılın öğretmeni seçildim. Milli Eğitim Bakanlığı ve çeşitli kuruluşlardan ödüllerim var. Şiir, deneme, öykü ve araştırma türlerinde yoğunlaşıyorum. Şiirlerimden bir demet, özgeçmişimle birlikte ilk kez 1992'de İstanbul Edik dergisinde yayınlandı. Abece, Altın Külâh, Alkış, Aykırı Sanat, Çıtlık, Edebiyat Yaprağı, İmaj, Söylem, Kardelen, Turunç, Aşkın(e) Hali, Usare ve Yeni Ufuk gibi düşünce, sanat ve edebiyat dergilerinde yazdım. “Yeni Haber ve Kahramanmaraş’ta Bugün” adlı yerel gazetelerde (Düşüncenin Ufku) köşe yazarlığı yaptım. Adıma, 2008’de Beyoğlu Beldesi’nde “Kültür-Turizm Bakanlığı Beyoğlu Mustafa Okumuş Halk Kütüphanesi” açıldı. Bu kütüphanenin açılmasında Belde Başkanı Osman Okumuş’un, binanın restore ve iç donanımına önemli katkıları olmuştur. Mustafa Okumuş Halk Kütüphanesi, altı bilgisayarlı internet salonu ve on bin cildi aşkın kitabıyla beldeye ve çevreye hizmet vermeye devam ediyor.
Yazarlık serüveniniz nasıl başladı? Sizi yazarlığa teşvik eden ya da edenler oldu mu?
Edebiyata ve sanata ilgim Köy Enstitülü bir öğrenciyken başladı. Bu okullar ilgi ve yetenek alanlarını geliştiren, besleyen bir alt yapı ve donanıma sahipti. Zengin bir kütüphanemiz, her türlü onlarca enstrümanın bulunduğu bir müzikhanemiz, resim atölyemiz ve fen bilgisi laboratuvarlarımız vardı. Öğrenciler, ilgi alanlarında boş zamanlarını öğretmen nezaretinde buralarda değerlendirirlerdi. İlk şiir ve yazılarım söz konusu okulun duvar gazetesinde sergilendiğinde bundan büyük bir keyif almış ve özgüven kazanmıştım. Meslek yaşamım bu konudaki hayıflanmalarımla doludur. Uzun yıllar orta öğretim kurumlarında yöneticilik yaptım. Rutin işler yazmamın önünde bir engel oluşturdu, hep. Bu yüzden yöneticiliği bıraktım. Çok sürmedi yeniden bir okula müdür olarak atandım. Emeklilikle birlikte bu engel ortadan kalktı. Zaten öteden beri Varlık, Hisar vb. edebiyat ve sanat dergilerinin okuyucusuydum. Ayrıca bir de birikimim vardı. Bu yüzden yayınlarım, emeklilik dönemi (1981) sonrası ve günümüze uzanan bir süreçte gerçekleşti. Şiirlerimden bir demet ilk kez İstanbul-Edik Dergisinde yayınlandı. (1992. sayı:41) Aynı derginin 42. sayısında “İnsan ve Sevgi” adlı denememin yayınıyla bugünlere uzanan yazarlık sürecim başlamış oldu. Halen kesintisiz devam ediyor. Yazmak benim için ekmek, su, hava kadar hayati bir gereksinim oldu. İl içinde dışında hayli okurum var. Onlardan aldığım güzel iletiler, yaşama ve yazma erincimi besleyip tetikliyor. Yazar için okunmak, onu besleyen can damarlarından biridir. Bu nedenle yazar, her seferinde okura karşı kendini sorumlu tutan, yenileyen kişidir. Sorunuzun ikinci şıkkına da kısaca değineyim: Her yazarın hayatında bir usta-çırak ilişkisi vardır. Bu yargı, özellikle gençler için geçerlidir. Özendiği bir usta yazarın izini takip eder, bir süre. Sonra anlar ki o yazar, yaşadığı kendi dönemini temsil ediyor. Bu yüzden ki onun kalıbı dar gelmeye başlar. Yazar o kalıptan çıkar, kendi özgün kalıbını oluşturmak zorunda kalır. Oluşturamazsa biter. Benim yazarlığım böylesine bir usta-çıraklık ilişkisine elvermedi. Emeklilik döneminde başladığım yazın hayatımda kendi yolumu kendimce çizdim. Sorgulama, yorumlama, algılama, özümseme, kavrama, gözlem, toplumun içini irdeleme ve ifade etmede hep kendim oldum. Kendimce kaldım. Özentiden, yapaylıktan, durağanlıktan uzak durdum. Yenilenmeye, değişime ve gelişime kendimi açık tuttum. Kitaplaşmış ilk eserim “Gönül Bahçesi”dir. 1996’da yayınlanan bu eserim nedeniyle beni yüreklendiren dostlarıma teşekkür ediyorum. Belli bir aşamadan sonra her yazar başarısına kendi damgasını vurabilmeli, özgünlüğünü yansıtabilmelidir.
Yazarın toplumdaki görevi nedir?
Edebiyatımızın şiir ağırlıklı olduğu dönemlerde (Tanzimat Edebiyatı) “Sanat, sanat içindir. Sanat toplum içindir” yargıları uzun süre tartışılmıştır. Zamanla, tek başına her ikisinin de doğru olmadığı gerçeği ağırlık kazanmıştır. Sanatın insanı ve toplumu dışlaması bir bakıma kendini inkâr etmesi anlamına gelmez mi? Toplumsuz bir sanat, sanatsız bir toplum düşünmek abesle iştigaldir, bence. Sanatın gelişimi toplumun beğenisinden, ilgisinden güç alır ve sanatçıyı üretkenleştirir, geliştirir. “İltifat marifete tabidir.” Marifet varsa, iltifat da vardır. İltifat varsa, marifet de vardır. Görülüyor ki sanat ve sanatçı toplumla vardır. Onun ilgi, beğeni ve desteğinden güç alır. Her sanatçı evrenselde olduğu kadar yaşadığı toplumun da aydınlanma ve estetik gelişimine katkı sağlar. İlk insanlar bile kalıcılığın kitaplarda olduğunu anlamış olmalılar ki sözlü ifadeden yazılı ifadeye geçerek kendilerini geleceğe taşımışlar ve de uygarlık tarihini başlatmışlardır. Ülkemizde yüzyıllardan beri okuyan, düşünce ve fikir üreten, yazan insanlar bilge olarak algılanmış, kitaplarıyla özdeşleştirilerek saygı görmüşlerdir. Bu nedenle ki Seneca: “Kitapsız hayat kör, sağır ve dilsizdir.” diyor. Bir Çin atasözünde ise, “Kitapsız çocuk, susuz ağaca benzer.” deniliyor. Görülüyor ki uygarlığın birikimi, eklene-eklene günümüze yazarlar, bilge filozoflar, mucitler, kâşifler, sanatçılar, şairler, fikir ve düşünce adamları tarafından ulaştırılmıştır. Yazarlar, sanatçılar geçmişi ve bizi karanlıktan eserleriyle kurtarmışlar ve geleceğimize zengin bir ışık ve kültür kaynağı bırakmışlardır. Günümüz yazarlarının en başta gelen görevleri geçmişten aldıkları bu mirası zenginleştirerek geleceğe aktarmaktır. Bu yüzden evrensel ve toplumsal alanda yazarlar, uygarlığın kitaplaşan yüzü ve itici gücüdür. Bence… Sözü uçmaktan kurtarıp kalıcılığa taşıyan da onlardır. Bu nedenlerle ki Atatürk: “Sanatçılar için verdiği bir kokteylde elini öpmek isteyen bir sanatçıya engel olarak, “Sanatçı el öpmez, eli öpülür.” ve sözüne devamla, “Bizler Cumhurbaşkanı, Başbakan, Milletvekili oluruz ama sanatçı olamayız.” demiştir. Yazarlar uygarlığın deniz fenerleridir, demek geçiyor içimden…
Yazarla insan arasında nasıl bir ilişki vardır?
Her kitabın bir yazarı vardır. Kitap yazarla insan arasında bir köprü, insanın yolunu yordamını aydınlatan bir irşat kaynağıdır. Yazar insanlara kitaplarıyla ulaşır. Onların önüne seçenekler kor, bir düşünce ve sorgulama alanı oluşturur. Herkes kabınca alır. Körlüğünü, sağırlığını, dilsizliğini giderir ya da karanlığını aydınlatır. Yazarın tek amacı insanı bu arızalardan arındırıp okumaktır. İnsan hayatının içi, olumlu ya da olumsuz yanlarıyla yazarın gözlem alanına girer. Yazar, insanı insana yansıtan bir aynadır. İnsan bu aynada kendini görür, tanıma olanağı bulur. İsterse beğenmediği yanlarına çekidüzen verme, zararlı bulduklarını ayıklama şansını yakalar. Önemli olan okuma alışkanlığı kazanmaktır. Birçok yazın türleri var: Çiçekler gibi renkleri kokularıyla haz duygularımızı bezerler; içerikleriyle düşünce ve estetik algılarımızı yetkinleştirirler. Tüm evrensel, toplumsal, erdemsel değerlerimizi beslerler, içimizi dışımızı aydınlatırlar. İnsan yaparlar bizi... Yazarlarından yararlanmayan insanlar, öksüz kalmış çocuklara benzerler. İnsan olmanın birçok nimetlerinden mahrum kalırlar, boşa düşerler, salt mide ve cep kültürü yetmez ki insan olmaya…
Sizce, iyi bir yazar nasıl olmalıdır? Yeni yazmaya başlayanlara ne gibi tavsiyeleriniz olabilir?
İyi bir yazar tablosu çizmek zor iş bence. Çünkü alan oldukça görecelidir. Benim doğrularımın başkalarını bağlaması ise pek şık bir beklenti olamaz, olmamalıdır. Başkalarının çizdiği bir kalıba ben girmek istemem doğrusu. Öyleyse başkaları için şablon çizme hakkım da olmamalı diye düşünürüm. Yazarlık öyle ısmarlama ilkelerle olabilseydi, herkes yazar olurdu. Bir şeyi bilmek ayrı, onu uygulamak çok farklı bir şey… Diyelim ki şiirle ilgili çok şeyler öğrendiniz. Bu, sizin şiir yazabileceğiniz-şair olacağınız anlamına gelmez. Ancak bu bilgiler, doğaçlama yeteneğiniz varsa işinize yarar, demeye çalışıyorum. İyi bir yazar, toplumun arkasında değil, önünde yer almalı, sürekli kendini yenilemeli, hayatın içini titizlikle gözlemeli, bunları toplum yararına eserlerine yansıtabilmelidir. Toplumun gözü, kulağı ve aydınlık kaynağı olmalıdır. Okurunu izlemeli, onların gereksinimlerini öne almalıdır. Dili iyi kullanmalı, yalın kıvrak bir üsluba sahip olmalıdır. Çok ayrıntılarla (uzun betimleme ve tahlillerle) okuru bunaltmamalıdır. Çünkü insan hayatında zaman giderek önem kazanan bir değer olma sürecine girmiştir. Eleştiriye duyarlı olmak yazar için gelişimin kapısını açık tutma anlamına gelir. Unutmamak gerekir ki öğrenci öğretmenin, okur, yazarın en etkin denetleyicisidirler. Bunlar benim görüşlerim. Kimseyi bağlamaz. Tek doğrular olduğunu da söyleyemem. Kişinin mantığı burada tek ayıklayıcıdır, elbette.
Geriye dönüp baktığınızda “şunu da yapsaydım” dediğiniz bir şey var mı?
Kuşkusuz her insanın hayatında keşkeler, pişmanlıklar, boşluklar ve kara delikler vardır. Hiç kimsenin hayattan beklentilerini tümüyle elde etmiş olabileceği düşünülemez. Zaman geriye dönüşü olmayan, tekrar bütün koşullarıyla yaşanması mümkün olmayan bir değerdir. Bize sunduğu kaçırılmış fırsatların tekrarı da olası değildir. Zamana bağlı fırsatlar, bir defa gelir, kullanılmazsa bin defa pişman eder, bizi… İnsan hayatı, yaşadığımız dönemin şartları, fırsatlar ve gerçekleriyle şekillenir. Söz gelimi: Bizim çocukluğumuzun savaşlar, kıtlık ve yokluk dönemine rastlaması gibi. Başarılı insanlar, fırsatları çok iyi değerlendirenlerin içinden çıkar. Başarısızlık ise erteleme alışkanlığından kurtulamayanların sorunudur. O nedenle her bireyin hayatında keşkelerin, pişmanlıkların olması doğaldır. Bende de olduğu gibi…
Gününüzü nasıl geçirir, neler yaparsınız?
Allah insanı devinimle donatmıştır. Devinimsiz bir hayat, durağanlığa düşer, çabucak eskir. Bir emekli olarak hobisel alanımda okuma-yazma, sosyal-kültürel etkinlikler içinde yaşama erincim besleniyor; anlam kazanıyor. Değişim, yenilenme ve gelişimi diri tutarak, kendim ve çevremle barışık yaşamaya çalışıyorum.
Değerli Hocam sizi hayli yordum sanırım. Hoşgörünüze sığınarak bir de şiir ve şair hakkındaki görüşlerinizi alabilir miyim?
Sayın Gören, bu sorunuza röportaj formatı içinde okurdan da özür dileyerek kısa bir yanıt vermeye çalışacağım. Çünkü soru iki geçeli ve çok boyutludur. Bu yüzden ağır bir sorumluluğu da vardır. Sorunun hakkını vermek için kitaplar dolusu yorum yapılabilir. Ancak burada bana ayırdığınız zaman ve yer sınırlıdır. Şiirin evrensel boyutlu bir ifade aracı olduğunu biliyoruz. Edebiyatın hiçbir türü yokken o, ulusların yaradılış efsanelerinde vardı. Şiirin evrenselliği insan fıtratında var olan duygu, algı ve tepki gibi ortak paydalara dayanır, elbette… İnsanoğlu hangi coğrafyada, hangi ulus, dil ve kültürden olursa olsun duyguları, estetik algıları, içsel tepkileri pek farklı değildir. Sevindiğinde mutlu olur güler, üzüldüğünde mutsuz olur ya da incinir ağlar. Güzele, iyiye, doğruya, hakka ve inceliğe hep duyarlıdırlar. Bu evrensel duygu ve değerlerin dışa yansımaları da hep aynıdır. Bu olumlu ya da olumsuz duyguların yansıtıldığı bir aynadır, şiir… Şairse, bu duyguları işleyerek sözün gücünü ifadeye yükleyip sunan söz ustasıdır. “Bugüne kadar şiir nedir” sorusuna yanıt arandı. Bu konuda birçok tanım ve yorum üretildi. Ancak hiç birisi şiirin kesin tanımına ulaşamadı. Bu, Aristo’dan beri sürüp gelen ve kesin sonucu bulunamayan bir çabadır. Çünkü şiir evrensel olduğu kadar da özneldir. Bu nedenle öznel alanda öznel algıların ve ifadelerin çok farklı olması da doğaldır, bence… Birkaç şairimizle örneklemek istersek: Orhan Okay, “şiiri, güzel sanatların bir dalı, edebiyatın en karmaşık en kaypak bahsi olarak nitelendirir.” Ona göre: “Denizde avuçlarınızla yakalayacağınızı zannettiğiniz zaman çoktan parmaklarınız arasından sıyrılıp kurtulmuş bir balık gibidir. Şiir oynak ve kaypaktır. Yahya Kemal’e göre: “Şiir musikidir. Fakat bildiğimizden farklı bir musikidir.” Cahit Sıtkı’ya göre: “Şiir, kelimelerle güzel şekiller kurma sanatıdır. Şiir, bir çığlıktır, bir ilân-ı aşktır, sallanan bir yumruk, bir umut, bir kurtuluştur, Ahmet Haşim’e göre: “Şiir söz ile musiki arasında fakat sözden ziyade musikiye yakın olan bir lisandır, bir hikâye değil, sessiz bir şarkıdır.” Necip Fazıl’a göre ise: “Mutlak hâkimiyeti arama işidir.”
Ben kestirme bir tanımdan çok, kısa bir yorumla yaklaşmak istiyorum konuya: Şiir bir esin coşkunluğu, söze insanı ve doğayı yükleme, bunları yüceltme becerisi ve sanatıdır. Esin coşkunluğu doğaçlama bir olgudur. Her insanda esin coşkunluğunu aynı ölçüde bulamayız. Esin coşkunluğu, içsel duygu yoğunluğunun dışa vurumu, söze dökümüdür. Şair, bu esin coşkunluğunu doğasından alır. Doğa ve insanda gördüğümüz üstün vasıflar ve beklentilerimiz bizi heyecanlandırır. Ayrıca şiir, şairin üstün bir güzelliği özlemesinden doğar. Biraz da şairi tanıyalım: “Şair dediğin biner şiir atına/ Dizgine mahmuza hâkim/ Bir koşu başlar ki doludizgin/ Dizeler dokur atın yelesinden/ Su içirir küheylanına bengisu çeşmesinden” (M. O.) Bana göre şair, özgünlüğü ve öznelliği olan bir dilin sözcüklerine özel ışık, doku, renk, öz ve armoni katabilen; fikir, duygu ve hayallerini yepyeni bir söyleyişle sunabilen söz ustasıdır. O konuyu, o rengi, o özü, o armoniyi herkes şair kadar hissedemez, söze dökemez. Allah her insana şiirsel bir dünya ve estetik bir incelik vermiştir. Ancak bunu dillendirme işi şairindir. Bahaettin Karakoç: “ Şair duyduğunu tekrarlayan bir papağan, şiir arıtılmamış, damıtılmamış kelimeler formu değildir. Her şair soylu bir gezgin, her şiir ise yeni bir icattır.” der. Biçim ve içerikte katı kuralcı olan şair, yeni bir biçim, söyleyiş, yeni bir öz getiremez, şiire… İlham perisinin özgür sesine kulak vermelidir. Ziya Paşa: “Şair, şair doğar anadan/ Bazı kula hak eder inayet.” dizeleriyle doğuştan gelen yeteneğe dikkat çeker. Bundan sonrası söz konusu “yeteneği çalışmasıyla besleyip geliştirmektir.” der. Diyelim ki elinizde güzel bir elmas var, ama siz onu işlemesini bilmiyorsanız ve emek vermiyorsanız, hiçbir zaman o elmas, pırlantaya dönüşmez. Kuşkusuz şair okuyucunun ilgisine, gereksinimlerine de duyarlı olmalıdır. Okurdan kopuk bir şairin, okunması zora girer. Aşırı saklamacılığa dönük, salt sanat kaygısıyla yazmak, toplumu dışlamak doğru değildir, bence… Aşırı saklamacı bir yaklaşımla iletiyi imge sarmalına boğarsak, okurun karşısına ya bir felsefe düşlemesiyle ya da bir bilmece giziyle çıkarız. Bir genelleme yapmak istemiyorum, ama kimi yenici şairlerimizde bu eğilimi görüyoruz. Kimi zaman bu eğilimi yansıtan şiirlere bakıyorum; şiir demekte zorlanıyorum, doğrusu… Ancak bu göreceli yargı kimseyi bağlamaz. Bu, bu tür şiire saygım yok anlamına da gelmez. Ben güzel sanatların tüm dallarında özgürlükten ve özgünlükten yanayım. Görünen o ki şiir, kendi öz tabanına oturma çabasının sancısını çekiyor. Saman alevi gibi parlayıp sönen birtakım akımların nedeni de bu olmalıdır. Bu arayışlar, sosyal, kültürel, ekonomik boyutlu değerler değişiminin şiire ve de tüm güzel sanat dallarına yansımasıdır; elbette… Oysa, her sanat o sanatın kendi gerçeğinden doğar, onun üzerine kurulur. Söz gelimi insanları memnun edeceğim diye şiir yazılmaz. Ama netice olarak üretilen ürün de alıcı bulmalı değil mi? Yani toplumu dışarıda tutmamalı, onun değerlerine, ilgi alanlarına, estetiğine de cevap vermelidir; demeye çalışıyorum.