Kahramanmaraş İl Müftüsü
Celal Sürgeç’in işte o mesajı;
İslami hayatın merkezini ubudiyet oluşturur. Camiler
ubudiyet mekânları olması hasebiyle de şehirlerin merkezlerini oluştururlar.
Ulu camilerin şehir merkezinde olması, salt bir mekânla sınırlı bir mesele
değil, caminin hayatın merkezi olmasıyla ilgili bir anlayışın sonucudur. İslam
cemiyeti, günde beş vakit camide bir araya gelir ve oradan tekrar hayata döner.
İslam cemiyetinde hayat, cami ekseninde deveran eder. Efendimizin bu gerekçe
ile Medine’de inşa ettirdiği Mescidi-i Nebevi’yle hayatın merkezine mabedi
yerleştirerek câmi merkezli bir medeniyet kurmuştur. Câmi ile İslâm’ı ve imanı
muhafaza etmeyi, sonra bu iman sayesinde cemiyeti muhafaza etmeyi
hedeflemiştir.
Cami, İslam şehrinde, sadece namaz kılınacak bir mekân
değil, içtimai meselelerin istişare edildiği, kararların ve tedbirlerin
alındığı bir mekandır. Sezai Karakoç’un ifadesiyle “Câmi İslâm medeniyetinin
doğurgan kurumudur, tabiri caiz ise; ana rahmidir.” (Kıyamet Aşısı)
Bu açıdan bakıldığında İslam şehrinde cami, hayattan tecrit
edilip sadece namazgâh haline getirilmez. Aksine içtimai meselelerin müzakere
edileceği, kararların alınacağı, tatbikata başlanacağı bir karargâh
mahiyetindedir. Örneğin 97 yıl önce Kahramanmaraş’taki Cuma namazı ve bayrak
hadisesi gibi. Malumdur ki ‘’birlikte rahmet, ayrılıkta azap vardır’ ’hadisi
mucibince rahmet cemaate yani camiye iner ve oradan cemiyete dağılır. Ferden
her kesin rahmete muhatap olma imkânı vardır ama cemiyet için rahmetin camiye
indiği, ineceği hususunda nebevi müjde vardır. Öyleyse alınan kararın rahmani
olmasını temin edecek şartlar manzumesinin azamisi camide gerçekleşir.
Camiler, kılınan namazlarla acı ve sevincin, kalp huşûsu ve
kulluğun hesapsız olarak paylaşıldığı, birlik ruhunun pekiştiği yerlerdir.
Dinin ve ondan neşet eden medeniyetin ahirete kadar tek gayesi olan ubudiyet
üzere dünyayı ve ahreti mâmur kılmayı câmide tâlim ederler.
İslâm’da günlük hayat ve ibadet hayatı şeklinde iki farklı
hayat anlayışı yoktur. İslâm’da ibadetler ve hayat ayrılmaz bir bütündür.
Toplumsallık inşasında cami, merkezî bir rol oynar. Kişi “Komşusu açken tok
yatan bizden değildir”, “Bir mümin kendisi için istediğini bir başka mümin
kardeşi için de istemedikçe gerçekten iman etmiş olamaz”, “Bizi aldatan bizden
değildir”… gibi toplumsal öğütlerleri camide öğrenir. Camiler eğer Müslümanlar
arasında tanışma, kaynaşma, dayanışma ve yardımlaşmaya vesile olmuyorsa,
aralarında kuvvetli bir birlik ve beraberlik tesis edemiyorsa aslî fonksiyonunu
kaybetmiş demektir. İslâm’ın arzu ettiği toplumsallığı sağlayamayan camilerin
yapım gerekçesi ortadan kalkmıştır, böyle camiler içinde hâlâ ibadet ediliyor
olsa bile gerçekte anıtsal bir eser veya turistik bir müze olabilir.
Bir diyarda câminin olması orada İslâm medeniyetinin
varlığına işarettir. Müslümanlar istikâmetini kaybedip, hayatları ve şehirleri
sekülerleştikçe câmilerin ümmet inancının pekiştirildiği, dolayısıyla İslâm
medeniyetine aidiyetin her dem tazelendiği mekân olma fonksiyonunu kendi
elleriyle azalttılar. Oysa câmiler ümmet ve millet olmanın en temel kaynağıdır.
İnsanların birbirinden üstün olmadığı câmide anlaşılır. Hukuk,
ahlâk, edep, nizam, uyum câmide öğrenilir. Muhabbet ve birliğin mekânıdır ki,
maddî ve mânevî cihetiyle İslâm medeniyet anlayışının esas kaynağı da budur.
İslâm şehri inşa edilirken, şehrin merkezinde, başları yere
eğdiren, secde ettiren, kulluğu teşhir ettiren mekân olması hasebiyle camiler o
şehrin İslam şehri olma kimliğini çevreye izhar eden mekânlardır.
İşte bu yüzden İslam, doğuşundan itibaren şehirlerin
merkezine mabedi yerleştirerek câmi merkezli bir medeniyet oluşturmuştur. Bu
dinin Yüce Peygamberi, Mekke’de putlarla dolu olan Kâbe’den mabet olarak
yararlanamayınca Erkam b. Ebi’l-Erkam’ın evini mabed ittihâz etmişti. İlk
Müslümanlarla orada buluşur, gelen vahyi paylaşır, vahyin aydınlığında
gönüllerini imar eder, Mekke şirk toplumundan üzerlerine sinen şirk ve küfür
tortularını temizleyerek onları arındırırdı.
Medine’ye hicret sırasında Kuba’da ilk mescidi, ardından
Medine’de Mescid-i Nebî’yi inşa eden Allah Resulü önce dini ve imanı korumayı,
sonra bu iman ikliminde toplumu dönüştürmeyi ve yepyeni bir tevhit ehli inşa
etmeyi hedeflemişti.
Kur’ân-ı Kerim’de: “Allah’ın mescitlerini, ancak Allah’a ve
âhiret gününe iman eden, namaz kılan ve zekât verenler imar eder.”(tevbe-18)
buyurmakta ve müminleri mescit ve mabet imarına; müesseseler kurmaya teşvik
etmektedir. Bu vesileyle islami kimliği korumanın müesseseler yoluyla
yapılabilecek olanına en güzel örnek câmilerdir.
Mabet ve mescitlerin imarı, biri maddî, diğeri manevi olmak
üzere iki türlü olur. Maddî imar, mabetlerin fizikî inşası, korunup bakılmasıdır.
Ayetin ihtiva ettiği manada bu anlam vardır. Allah Resulü (s.a): de “Kim Allah
için bir mescit bina ederse, Allah da onun için cennette bir köşk bina eder.”
buyurarak inananları mescit inşa işine çağırmaktadır.
Mabetlerin manevi imarı, câmi içinde dinî hizmetleri
yürütecek görevliler ve câmileri dolduracak cemaat yetiştirmektir. “Câmi mi
önce cemaat mi?” tartışması her devirde gündeme gelmişse de genel kabule göre
aslolan, cemaattir. Cemaati olan bir din, manen mamurdur. Maddî olarak mabedini
her an imar edebilir. Ama sadece mabedi kalmış, cemaati tükenmiş bir din
virandır. Dolayısıyla âyet-i kerimede Allah’ın mabetlerini imar konusundaki
teşvik, öncelikle manevi imar noktasındadır.
Mabetler, Yüce Yaratıcı’nın adının ilan edildiği ve dinî
ibadetlerin kâmil manada yaşandığı mekânlardır. Bu yüzden Allah Teâlâ:
“Allah’ın mescitlerinde Onun adının anılmasını yasaklayan ve onların harap
olmasına çalışandan daha zalim kim vardır.” buyurur.
Camilerde ibadeti engellemek ve oraların mabet fonksiyonunu
icra etmesine mâni olmak ne kadar büyük bir zulümse, camilerde görev yapacak
din hadimleri yetiştirmemek ve cemaat teminine gayret göstermemek de aynı
oranda bir zulümdür. Mabedin veya herhangi bir binanın harap olmasına çalışmak
sadece fizikî binasını yıkmakla olmaz. Caminin içini boşaltmak, boşaltılmasına
seyirci kalmak, mabedi harap olmaya terk etmek demektir. Nitekim içinde
insanların yaşamadığı evler, içinde insan yaşayan evlerden çok daha çabuk
yıpranır ve harap olur. Mabetler de böyledir. Cemaatin şenlendirmediği mabet
yıkılmaya terk edilmiş demektir. Bu yüzden ayette geçen “harap olmasına
çalışan” ifadesinin içinde camiye devamla cemaat olmayan ve cemaat çekmeyen
kimseler de dâhildir.
Camileri imar etmek için camii imar ve inşasını yeniden
değerlendirmek lazım. Camiler görselsen ziyade daha fonksiyonel olması
açısından hayatın merkezi olmalı, şehrin kalbi orada atmalı ve diriler dikkate
alınarak dizayn edilmelidir. Ancak günümüzde en çok ölüler üzerinden düzenlenme
yapıldığına şahit oluyoruz: Gasil hane, morg, taziye evi vs. Bunlara asla karşı
değilim ve olması da gerekir. Ancak camiler öncelikle yaşayanlar için Kuranın
ifadesiyle:
- insanlar için sığınak, güvenli bir liman-Bakara/125-
- insanlığı ayağa en güzel yönde kaldırma
merkezleri-Maide/97
- tüm varlıklar için çok üretken bir üs ve rehberlik
merkezileri-Ali imran/96-
--Bu itibarla; özellikle erkekler, bayanlar, çocuklar,
yaşlılar, gençler, öğrenci evleri, kreş vb. dikkate alınarak daha işlevsel bir
proje ile düzenlenmeli. Ana ibadet mekânlarının yanında bu aktivite merkezleri
inşa edilmelidir. Bu açıdan yurt dışındaki bir kısım camiler bu bakımdan daha
kurumsallaşmış ve daha işlevselleşmiş olduğunu bizzat müşahede ettim.
Ve son olarak
Seküler hayatın pençesinde kıvranan Müslümanlar câmilere
yabancılaştığı, hayatın dışına attığı müddetçe Allah’a, kendine ve ümmete
yabancılaşacak ve dolayısıyla medeniyetine aidiyet inancını yitirecek ve
sonunda dünyanın dışına atılan bir nesne olacaktır. Müslümanlar câmiye döndükçe
İslâm’a aidiyetleri güçlenecek ve medeniyet değerlerini daha ziyade
yaşatacaktır. Bütün insanlığın öznesi olup küresel kurucu unsur haline
gelecektir.
Celal SÜRGEÇ – İl Müftüsü
YORUMLAR