Kitabın sayfasını açıp da ilk satırlara göz attığımda bir aksiyon ve korku filminin içinde buldum sandım kendimi. Gecenin sessiz karanlığı, ıssız bir orman, nereye gittiğini bilmeyen; kendinden geçmiş bir adam... Birkaç sayfa okuduktan sonra anladım ki bu kişi romanımızın kahramanı Veysel! Kahramanımız, anasının hasta olduğu mektubunu alır almaz yaşadığı duygu yoğunluğu nedeniyle kendini yollara atar. Başından geçen bir kazanın ardından orman kulübesinde iyi bir aile ile yolu kesişir. Birkaç talihsizlik yaşasa da köyüne dönmeyi başarır. Veysel, kısa bir süre sonra hasta anasını kaybeder. Köydeki babadan kalma varını yoğunu satar, acısını unutmak için gurbete gitmek ister. Tam otobüse bineceği sırada asker arkadaşı Ahmet ile karşılaşır. Onu gitmekten alıkoyan arkadaşı Ahmet, aynı çiftlikte çalışmayı teklif eder. Romanın kahramanı asker arkadaşını kıramaz ve asıl hikaye o zaman başlar. Artık Veysel’i çok iyi bir çiftlik sahibi, gaddar bir Kahya ve adamları, zulme tahammülü kalmamış ırgatlar ve Kahya’nın dünyalar güzeli kızı beklemektedir. Çiftlikte işe başladığı ilk zamanlarda çiftlik sahibinin hayatını kurtaran Veysel, kısa zamanda çiftliğin en çok konuşulan ismi olur. Kahya’nın zulmüne karşı dik duran ve her fırsatta işçileri kollayan kahramanımız, artık işçilerin umut bağladığı gerçek bir kahramana dönüşür. Geçirdiği kaza nedeniyle çok sevdiği çiftliğine gelemeyen Avukat Durdu Mehmet Bey’in çiftlikte olup bitenlerden haberi yoktur. Patronun yokluğunu fırsat bilerek işçileri yıldırmaya çalışan Kahya ve adamlarının en çok korktuğu Veysel, bir taraftan sabrı tükenen işçileri dizginlemeye çalışırken bir taraftan da gönlünü dizginlemeye çalışmaktadır. Kahya’ya karşı büyük bir nefret duyan Veysel, babasıyla zıt karakterlere sahip Kahya’nın küçük kızı Büşra’ya da o denli sevgi beslemektedir. Kalbi Büşra diyor fakat babasını düşündükçe aklını dinliyor ve bu aşkın umutsuz olduğuna inanıyordu.
Kitaba başlamamla bitirmem aynı gün içinde oldu. İddialı bir
girişten sonra ne olacağına yönelik duyduğum merak, beni kitabın son sayfasına
kadar götürdü. Sade bir dil sezinlediğim kitabın betimlemelerinde yer yer Türk
sinemasından izler gördüm. Hatta kitabın bazı bölümlerinde olaylar kendi
etrafımda cereyan ediyormuş hissine kapıldım. Yer yer de Peyami Safa’nın
karmaşık ruh hallerinin tahlilinde kullandığı duygusal yorumlamalar gözüme
çarptı. Yazar işlemek için sağlam bir hikâye seçmiş. Anlatılanlar gerçek hayata
çok yakın. Kurgu güzel, yazar kahramanı büründürmek istediği karakterle
bütünleştirmeyi başarmış. Fakat kitabın son sayfasına geldiğimde yazarın,
Kahya’nın dünyalar güzeli kızı Büşra’ya haksızlık ettiğini düşündüm. Babasıyla
zıt karakterde bir kişiliğe sahip olan Büşra, bence aradığı mutluluğu Veysel’de
bulmalıydı. Veysel ile Büşra arasında filizlenen bir aşk, muhteşem manzarasıyla
görenleri büyüleyen çiftliğe yakışır diye düşünüyorum. Kim bilir belki yazarın
hayal dünyasında şekillendirdiği insanlık aşkı daha ağır bastı ve beşer aşkını
gölgede bıraktı. Belki de yazar da bizim gibi düşündü ve ikinci bir kitabını
Veysel ile Büşra üzerine kurmaya hazırlanıyor. Bana kalırsa mutlaka devamı
gelmesi gereken bir kitap. Yazarımızın yüreğine gönlüne sağlık, insanlığa en
çok ihtiyaç duyduğumuz bu zamanda böyle bir kitap kaleme aldığı için…
ALTI ÇİZİLİ SATIRLAR
Sessizlik ve karanlık, beraberinde daima korkuyu getirir. Ellerimi
saçlarımın arasına sokarak derin bir “oh” çektim. Anacığımın durumunu
düşündükçe benliğimi bir titreme tutuyordu. Onu tek başına köyde bırakıp
gurbette çalışmaya geldiğim için kendimi hiçbir zaman affetmeyecektim.
İnsan sevdiklerinden ayrı kalmasa da gurbetin yolunu tutmasa
da ayrılıklar dünya döndüğü müddetçe olacak hep. Ayrılık hüznü insanın yüreğine
balyoz gibi iner, paramparça eder. Ufalanmış parçaları toplayamazsın, toplasan
da tekrar birleştiremezsin. Darmadağınık bir vaziyette, her parça bir yerde.
Yanık yürek, kavrulan beden, akan gözyaşı…
Bazen göz kapaklarım kapanıyor, uykuya daldığımda ya gök
gürültüsü ya da hızlı çakan bir şimşek gözlerimin açılmasına neden oluyor.
Vücudumu bir titreme kapladı, kalbim hızlı hızlı gümbürtüyle göğsümü dövmeye
başladı, soluk alıp vermemde bile bir tuhaflık vardı sanki. Duyduğum boğuk bir
sesin rüya mı yoksa gerçek mi olduğunu anlamaya çalışıyordum.
Avukat Bey’in yaşamış olduğu bu olayı eşi Emine Hanım
televizyondan öğrendiğinde yere yığılıp kaldı. Uzun süre kendine gelemedi. Yarı
baygın halde telefonun avizesine yöneldiyse de kollarını kaldıracak dermanı
kendisinde bulamadı. Ellerini halının üzerinden kaldıramadı bile. Çocuğunun
ağlama sesini duyması gücünü toplamasına biraz katkı sağladı ama bütün çabasına
rağmen yine de yerinden doğrulamadı.
Islaklığa aldırış etmeden hayatımın bütün ayrıntılarını
gözden geçirdim istemeyerek de olsa! Mazi ile uğraşmaktan ne zaman vazgeçecektim.
Düşüncelerimi başka tarafa yöneltmeye çalıştıysam da başaramadım. Kurtuluş
yoktu maziden, hep geriden takip ediyordu insanı. Acıların ve dertlerin yumak
yumak olduğu, gözlerin hıçkırıklarının boşluğa saplandığı ürkütücü bir sahradır
mazi. Uflaya puflaya sayfaları çevirirsin birbiri ardı sıra. Yaşadığın iyi ve
kötü anıları yeniden yaşarsın ruhunun derinliklerinde. Kederli ve hüzün dolu
anılardan sayfa sayfa atlar, bir konudan diğerine geçersin.
Bir engele takılıp sendelediğinde bir yardım eli arıyorsun
çevrende. Tutup kaldırılmayı beliyorsun uzun süre. Etrafında elinden tutup
kaldıracak kimseciklerin olmadığını gördüğünde, gerçek yıkılmışlığın ne
olduğunu anlıyorsun. Düşüp kalkabiliyorsun bu yıkılmışlığın ardından ama o
anlarda neler çektiğini bir Allah biliyor bir de sen!
Odama girdim sabırları bitme noktasına gelen bu insanlar,
bana umut bağlamışlardı. Oysa ben çiftlikten gitmek için fırsat kolluyordum. Bu
güvenlerini sarsmak onlar için ikinci bir yıkım olurdu. Yine ikilem içinde
kalmıştım. Eğer çiftlikten gidecek olursam o insanlara ihanet etmiş, kalırsam
da kendime ihanet etmiş olurdum. Yıllardan beri burada emeği geçen insanların
bir anda çiftliği terk edip gitmelerine gönlüm razı olmazdı.
Hayatın gerçekleri bırakmıyordu insanın yakasını. Nerede
olursan ol, bu gerçeklerden kaçmanın imkânsızlığı karşısında yenik düşüyorsun.
Geminin kendi rotasında gittiği gibi olayları da kendi seyrine bırakmak en
iyisiydi.
Tam tamına üç yıl hapis yattım. Günler orada asırlar
gibiydi. Dört duvar arasında gökyüzüne hasretsin. Özgürlüğün elinden alınmış,
gardiyanların kölesi oluyorsun. Esasında hayat her yerde aynı… Burada Kâhya,
orada gardiyanlar, başka bir yerde başkaları. Ezilenler ve ezenlerin isimleri
ve mekânlar değişiyor sadece.
Kaplumbağayı bırakmaya niyeti yoktu. Zor kullanmaktan başka
çarem kalmamıştı. Elinden kaplumbağayı aldım ve ayaklarının üzerine bıraktım.
Olanca gücüyle ağlamaya başladı. Ağlama sesinden birkaç dakika sonra Kâhya’nın
küçük kızı geldi. İlk defa bu kadar yakından görüyordum. Kalbimin gümbürdeyerek
attığını hissettim. Bedenimde bir çöküntü yaşadım. Kardeşinin yanına giderek; “Niçin
ağlıyorsun” diye sordu. O da beni göstererek: “Bu ırgat parçası benim
kaplumbağamı aldı” dedi.
Gözüm ara sıra Kâhya’nın evine kaymıyor değildi. Onu
karşımda ilk defa gördüğümde son derece şaşırmıştım. Bu güzel yaratık bütün
düşünme yeteneğimi alt üst etmişti o anda. Olağanüstü bir sevinç
içerisindeydim. Sıcağın altında dondurmanın eridiği gibi onun karşısında
eriyordum. İlk defa konuşmuştuk karşılıklı. Ona bakıyor ve baktıkça daha da
yürekleniyordum. Bana canlılık veriyor, her sözüyle beni bir mıknatıs gibi
kendine çekiyordu. Ruhum büyük bir sevgiyle dolmuş ve dünyanın en mutlu insanı
olmuştum o an. Gözlerimiz bir an birbirine temas ettiğinde elmas parçası gibi
olduğunu gördüm.
Biz, çatının enkazını kaldırmaya devam ederken şimşekler de
çakmaya devam ediyordu. Yağmurla birlikte rüzgâr da hızını artırmıştı. Ahırın
içi su göletine dönmüştü. Seyisi kurtarmaya çalışırken atlar acı içinde
kişniyorlardı. Kâhya’nın kızının beyaz yeleli atı da ahırın içindeydi. O,
sürekli bu ata biniyordu. Kim bilir şimdi ne kadar üzülecekti?
Kulübenin önünde kapıya sırtımı vererek etrafı seyre daldım.
Çiftliğin üstünde kara bulutlar yeniden dolaşmaya başlamıştı. Dışarı gündüz
aydınlığından ziyade gece karanlığını andırıyordu. Sis ve bulutlar, karşıki
dağları görünmezlik zırhına bürümüştü. Amcanın geçmişindeki o acı dolu günleri
tekrar yaşayıp gözyaşına boğulmuş olması aklımdan çıkmıyordu. Esasında ben de
ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. İnsanın yemeye ve içmeye ihtiyacı olduğu
gibi ağlamaya da ihtiyacının olduğuna inanıyorum.
Gözbebeklerinin altı şişmişti ağlamaktan. İnsan aklının
alamayacağı kadar büyük bir acının girdabında dönüp duruyordu. Bütün benliğiyle
bu acıları bertaraf etmeye çalışsa da bunun mümkün olmadığını anladığında,
yenik düştüğünü kabullenmekten başka çaresinin olmadığı kanaatine varıyordu.
Çünkü yalnızlığın boşluğunda tepetaklak yuvarlanıp uçurumun derinliğine doğru
düştüğü hissi ağır basıyordu. Umutsuzluk, körük gibi işliyordu içine. Körük
çekildikçe içindeki ateş alevleniyordu volkana dönüşürcesine. Filizleri açılmış
bir çiçek gibi yeniden hayata başlamayı, çiçeklerin üzerine konan bir kelebek
veya otların arasında ceylanvari seken küçük kuzular gibi özgür olmayı
arzuluyordu.
Kerim Bey, arabası ile bir süre ana yolda gittikten sonra
orman yoluna saptı. Sivil polisler de geriden takiplerini sürdürüyordu. Yarım
saate yakın orman yolundan gittikten sonra bir kulübenin önünde arabasını
durdurdu. Elinde para çantası ile arabasından inerek kulübeye doğru yöneldi.
Kulübenin gıcırdayan tahta kapısından içeriye girdi. İçeride iki kişi vardı.
Bunlar; Suna Hanım’a Kerim Bey’i soran kişilerdi.
Kâhya’nın bu saltanattan kolay vazgeçeceğine ihtimal
vermiyordum. Bu yüzden de sinsi planlar yaptığına emindim. Doğrusunu söylemek
gerekirse bu acayip sıkıntının bende yarattığı sarsıntının bu kadar etkili
olacağına, şu anki halimi yaşamasam kendim bile inanmazdım. Bunun nedeni ise Kâhya’nın
çok tehlikeli bir kişiliğe sahip oluşuydu.
Sesimi çıkarmadan Avukat Bey’in evine doğru adımlarımı
atmaya başladım. Avukat Bey niçin çağırmıştı beni? Her attığım adımda bir soru
soruyor, diğer adımda ise ona cevap bulmaya çalışıyordum. Avukat Bey’in
kapısının önüne vardığımda bir an durakladım, birkaç dakika elim kapının
tokmağında öylece kaldıktan sonra çaldım.
Dünyada sıkıntısız gün var mı? Hz. Süleyman (a.s.) “Dünyada
bir gün rahat edeyim” demiş. Merdivenlerde asasına yaslanmış, dinleniyor
sandıkları için de hiç kimse rahatsız etmemiş. Ancak asasını karıncalar
yediğinde yere düştüğünü görüp bakıyorlar ki rahmetli olmuş. Bir gün dünyada rahat
edeyim demiş, mübarek, o gün de ölüm gelmiş.
YAZARIN GÖZÜNDEN
İNSANLIK UĞRUNA KİTABI
1998 yılında İskenderun Milli Eğitim Müdürlüğü’nden
Kahramanmaraş Valiliği’ne naklen atandım. Basın ve Halkla İlişkiler
Müdürlüğünde şahsıma verilen görevleri yaptıktan sonra boş vaktim kalıyordu.
Akşamları ise saatlerce televizyon karşısında zaman geçiriyordum. Televizyon
kanallarına köle olmuştum adeta. Fazla televizyon izlemenin hantallığa sevk
ettiğini ve baş ağrısı yaptığını fark ettim. Hem sağlık elden gidiyor hem de
boş vakit. Ben çalışmayı seven biriydim. Onun için iş yerindeki boş vaktimi ve
evde televizyon karşısında geçen zamanımı kitap okuyarak değerlendirmeye karar
verdim. Kitap okudukça zihnim açılıyor ve huzurla doluyordum. Kitap okumaktan
büyük haz alıyor, yeni şeyler öğreniyordum. Haftada bir roman okumaya
başlamıştım. Bir gün kendi kendime “ben niçin yazmıyorum” dedim ve “İnsanlık
Uğruna” adlı kitabımı yazmaya böylelikle başlamış oldum. “İnsanlık Uğruna” adlı
romanımı genelde gece yazdım. O gecenin sessiz sakinliğinde hafif bir müzik
melodisi eşliğinde harfleri kelimelerle birleştirip, yazmaya başlıyorsun. Bazen
gece geç saatlere kadar yazdım. Hatta sabah namazını kılıp yattığım oldu.
Okuyucular yazdığın kitap hakkında yorum yaptığında bütün o yorgunluklar
unutuluyor ve yeni şeyler yazmaya karar veriyorsun o anda. Okuyucumun biri
yanıma gelerek “Mehmet Bey romanınızı okuduktan sonra kitap okuma müptelası
oldum” dedi. İnsanları okumaya sevk etmek ve yazdıklarımın okunduğunu bilmek
mutluluk verici. Roman yazarken içinde yaşıyorsun adeta. Roman kahramanları
ailen gibi. Onlar üzülünce üzülüyor, sevinince seviniyorsun. Romanda yaşanan
mücadelenin içindesin. Zaten, romanlar gerçek hayat kesitlerinden alıntı değil
mi? Hatta yazarken bazen kendi kendime
güldüğüm ve ağladığım dahi oldu. “İnsanlık Uğruna” adlı kitabımı 4 yılda
bitirdim. Kitap yazmak kolay değil. Okuyucuya sunduğun eseri dikkatle ve özenle
yazıp, inceleyeceksin. Noktalama işaretlerine ve cümle kullanmaya kadar yazım
kurallarına dikkat edeceksin. Yazma hata kabul etmez. Ayrıca, bilgi dağarcığın
geniş olacak. Bir bilgi birikimi olmadan roman yazılmaz. Başarılı olmak için
çok çalışmak gerekir. Bütün mesleklerde başarıyı yakalamış kişiler
tırnaklarıyla kazıyarak bir yerlere gelmişlerdir. Tembelliğe yer yok. Yaptığın
işi seveceksin. Uykusuz kalacaksın, binbir türlü zorlukları göğüsleyeceksin,
özveride bulunacaksın ki başarıyı yakalayacaksın. Başarı yakalamak uzun ve
meşakkatli bir yoldur. Sabır ister. Yılmadan mücadeleye devam edeceksin.
Yorulmayacaksın, bitkin düşmeyeceksin ve heyecanını kaybetmeyeceksin. Yazar
aynı zamanda yürekli olmalıdır. Dik durabilmelidir. Objektif olmalıdır. Etkili
yazmalıdır. Ahlaklı olmalıdır. İnsanlara; iyiliği, güzeli, sevgiyi, saygıyı,
ahlak ve insan olma duygularını yansıtmalıdır romanında. Yazar ve şairlerine
değer veren ve sahip çıkan toplumlar hep gelişmiştir. Gelişmiş ülkelerdeki
kitap okuma oranı oldukça yüksektir. Maalesef bizim ülkede kitap okuma oranı
çok düşük. Çocuklar ve gençlerin;
televizyon, internet, bilgisayar ve cep telefonu kullanımı azaltılmalı, kitap
okuma alışkanlığı kazandırılmalıdır. Okumak insanı ruhen rahatlatır, huzurlu ve
mutlu kılar. Gönül coğrafyası genişler, insana ve doğaya bakış açıları değişir.
İnsani ve ahlaki değerleri artar. İnce ruhlu olurlar. Bize bu imkânı sunan
sizlere ve Kahramanmaraş Bugün Gazetesi’ne teşekkür ediyorum.
MEHMET GÖREN KİMDİR?
1967 yılında Kahramamaraş’ın Afşin (Eshab-ı Kehf Şehri)
ilçesinde doğdu. Uzun yıllar matbaalarda mürettip olarak çalıştı. Yerel ve
ulusal gazetelerde muhabirlik yaptı. Memuriyet hayatı 1992 yılında Afşin
Belediyesi’nde başladı. 1993 yılında İskenderun Milli Eğitim Müdürlüğü, 1998
yılında Kahramanmaraş Valiliği Basın-Halkla İlişkiler, Dernekler ve Planlama
Müdürlüklerinde çalıştım. 2008 yılında Ankara’da yapılan görevde yükselme
sınavını kazanıp, K.Maraş Merkez Nüfus Müdürlüğüne Şef olarak atandı.
Kasım–2011 tarihinde yine Ankara’da yapılan görevde yükselme sınavını kazanıp,
06.01. Ocak 2012 tarihinde Adıyaman-Tut Kaymakamlığı İlçe Yazı İşleri Müdürlüğü’ne
atandı. 2014 yılının Haziran ayından beride K.Maraş’ın ilçesi Göksun’da
Kaymakamlık Yazı İşleri Müdürü olarak görev yapmaktadır. Anadolu Üniversitesi
Halkla İlişkiler ve İşletme Bölümünü bitiren yazar, evli ve 3 çocuk babasıdır.
YAZARIN YAYIMLANMIŞ
ESERLERİ
“İnsanlık Uğruna” (2006) ve "Hüzün Bulutları"
(2012) adlı romanları, “Geçmişten Geleceğe” (2015) adlı röportajlar kitabı,
“Ashab-ı Kehf Afşin-Efsus” (2016) adlı kitabı ve resim sergisiyle desteklediği
“Fotoğraflarla Göksun” (2015) adlı kitabı yayımlandı. Yaşanmış hikâye kitabı
ile Kahramanmaraşlı şair ve yazarlarla ilgili röportaj çalışması basım
aşamasındadır. www.mehmetgoren.com/ adlı Kahramanmaraş ve ilçelerini tanıtıcı
sitesi bulunmaktadır. (HAZIRLAYAN: KENAN
ONARAN)
YORUMLAR