Hele erken
yaşta dert sahibi olunca Hasan Ejderha gibi büyük bir edebiyatçı olmak için
başka bir şeye ihtiyaç yok. Sayın Ejderha’nın da dediği gibi “Şair önce
insandır bir kere. Şiiri, şuura ulaştırmıyorsa yazıklar olsun o şaire. Ne
manada şuurlandığı da önemli elbette. İşte tam bu noktadan itibaren şiir insan
ilişkisi başlar. Zira şiiri şairin kendisidir.” Yazar Mehmet Gören’in bol
ödüllü edebiyatçı Hasan Ejderha ile yaptığı röportajı siz değerli
okuyucularımız için derledik. İşte o röportajımız:
Öncelikle bize
kendinizi tanıtır mısınız? Hasan Ejderha kimdir?
1962 yılında Kahramanmaraş merkeze bağlı Karadere Beldesinin
Harmancık Mahallesi’nde doğdum. İlkokulu Harmancık ilkokulunda bitirdikten
sonra, ortaokul için Kahramanmaraş’a tek başıma geldim. Tam burada söylemeliyim
ki, ilkokulu bitirdiğim yıl gelip ortaokula yazılamadım. Babam Adana’da
işteyken, bir akrabamıza tembih etmiş beni götürüp ortaokula yazdırması için;
beni ortaokula yazdıracak akrabamız kayıt tarihlerinin en son gününü seçiyor ve
sabah köye işleyen Magirus’a biniyoruz ve köyü çıkmadan akis (aks) kesiyor
Magirus; o gün şehre ulaşabilme imkânımız yok ve ben bir yıl sonra ortaokula
kaydolabiliyorum. Kahramanmaraş Gazi Ortaokulunda ortaokula başlıyorum.
Fabrikada çalışan amcaoğullarının topluca kaldıkları eve ben de geliyorum ve
kalabalık odalardan birine ben de bir döşek atıyorum. Ben hariç herkes
çalışıyor; gece vardiyasına gidecekler ve uyumaları lazım. Benim ise ışıkları
açıp yatağımın üzerinde ders çalışmam lazım. Zira odada döşeğimin kapladığı yer
kadar hareket alanım var ve sadece orası bana ait. Zavallı adamlar; benim ders
çalışmam söz konusu olunca ağızlarını bile açmazlar, “Çalış dersine çalış; sen
okumalısın aslanım. Bak bize rezil oluyoruz fabrikalarda” derlerdi. Daha sonra
Kahramanmaraş Ticaret Lisesine başladım. 77–78 Eğitim-Öğretim yılında benim
liseye başlamamla olaylar da üniversitelerden liselere kadar inmişti. Lise
yıllarım o siyasi kargaşa ve olayların içinde geçti. Malumları olduğu üzere,
sonra da Maraş Olayları… Lise yıllarında siyasi olaylar nedeniyle dokuz-on kere
tutuklandım. Karakollara alınma ve nezarette yatmaların sayısını bilmiyorum.
Ama bütün tutuklanmalarımdan beraat ettim ve hep avukatsız olarak kendimi
savundum. Edebiyat okumak en büyük ideallerim arasında olduğu halde İşletme
okudum; ama ben inadına edebiyat ile ilgilendim.
Şiirle (öykü)
tanışmanız ve yazmanız ne zamandan beri devam ediyor?
Yazmaya ortaokulda başladım. Önce Kahramanmaraş ve
çevresinde çıkan mahalli yayınlarda şiir ve hikâye yayınlamaya başladım. Daha
sonra: Dolunay, Türk Edebiyatı, Milli Kültür (Kültür Bakanlığı), Gençliğin Sesi
(Kültür Bakanlığı) Güneysu, Yeni Hasat, Taşra Kırağı, Gülbang, Genç Adım,
Evvelbahar, Ayna, Tomurcuk, Şardağı, Yitik Düşler, Dört Mevsim Maraş, Dergâh,
Kırklar, Yağmur ve Türk Dili (TDK) gibi birçok dergide şiir ve hikâyeler
yayımlandı. 1993 yılında Ecdat Yayınlarından "Seni Yaşamadan Olmaz"
adlı şiir kitabım, 2004 yılında Ümraniye
Belediyesi tarafından “Karacelal” hikâyem,
2012 yılında Sage Yayınlarından “Marallar Oymağında Bir Ceylanla Oturup
Ağlamak” adlı şiir kitabım, 2013 yılında
yine Sage Yayınlarından “Maraş’ın Cezbeli Gülleri” biyografik hikâye kitabım
yayımlandı. “Sokakbaşı” hikâyesiyle, Mehmet Akif İnan “Ödenmiş Bedeller
Unutulmasın” Mansiyon ödülü, “Kara Celal” Hikâyesiyle Ümraniye Belediyesi 4.
Geleneksel Hikâye Mansiyon ödülü aldım. Ayrıca Tarık Buğra Anısına seçilen 40
Hikâyeci ve Murat Soyak’ın hazırladığı Kırk Öykü seçkisinde yer aldım.
2007–2011 yılları arasında Osmaniye Korkut Ata Üniversitesinde çalıştıktan
sonra 2011 yılında tekrar Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesine döndüm. Halen
Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesinde çalışmaktayım. Türkiye Yazarlar
Birliği Üyesi ve bir süre Birliğin Kahramanmaraş Şube Başkanlığı ve Yönetim
Kurulu Üyeliği görevlerinde bulundum.
Sizi şiir-öykü
yazmaya yönlendiren birisi oldu mu?
Eğer benim yaşadığım hayatı, benim şartlarımda yaşarsa bir
insan, şiir ve öykü yazmaya yönlendirilmesine gerek olmadığını düşünüyorum.
Dikkat edersen “şiir veya öykü” değil, şiir ve öykü dedim; zira ikisini de
yazmak durumundaydım. Çünkü yaşadığım hayat; duygusu, estetiği, imgeleri
itibarıyla şiir, sergüzeşti itibarıyla hikâyeye zorlayacaktı. Mecburdum buna.
Belki bir kısmı herkesin yaşadığı şeyler; ama düşünün, siz onları küçük
yaşınızda ve küçük omzunuzda taşıyarak yaşamışsınız. İnsan çabucak pişiyor ve
tabii olarak olgunlaşıveriyor; eğer biraz da okuyorsa, kendisini bir anda sanat
edebiyatın ortasında buluveriyor.
Şiirlerinizde ve
öykülerinizde genel olarak işlediğiniz konular nelerdir?
Bu genel bir soru ama herhalde sorulmalıdır da… Şiirde
aşktan başka ne vardır ki işlensin Mehmet Bey kardeşim? Ne var ki başka aşktan
gayrı. “Türkülerle hüznümüz Allah’adır bizim” diyor merhum Fethi Gemuhluoğlu.
Her şeye aşk çerçevesinden bakmak; türküleri o çerçeveden, şiiri o çerçeveden
görmek insanı böyle bir yola sokuyor ve yazdığın, okuduğun, dokunduğun aşka
kesiyor. Kaldı ki başka bir zaviye de yok sanat, edebiyat ve estetiğe bakacak.
Sonra hayata da bu zaviyeden bakmaya başlıyorsun ve tabii olarak mısralar,
yazdığın metinler de bu zaviyeden çıkıyor. Hikâye için belki de mini bir
parantez açabilirim. Hikâyede işlediğim
konular yine yukarıda bahsettiğim zaviyeden olmakla birlikte; bu milletin
değerlerine, değer ölçülerine ve medeniyetimize aşk çerçevesinden bakışın şart
olduğunu düşünüyorum. Önemli bir çaba harcamamıza gerek yok esasında.
Hikâyecinin kendini bilmesi birinci şarttır. Bu kendini bilmek: Ademiyetten,
başlayarak bu toprakların, bu topraklarda kurulan medeniyetin ve inandığı dinin
temel değerlerine kadar uzanır. Böyle bir donanımdan sonra tek yapılacak iş,
kendi değerlerinin ve kendi insanının kurduğu medeniyetin çerçevesinde yaşadığı
üst düzey ve mütevazı hayatın zeminin aktarılmasıdır hikâye. Hikâyecinin ıkına
sıkıla “iyi bir hikâye yazayım” diye çabaladığı sanatlı ve estetik hayatı
yaşıyor insanımız. Ne kadar aktarımın “aynen” olursa o kadar başarılısın
demektir.
İyi bir şair-yazar
nasıl olmalıdır sizce?
İyi bir şair-yazar olmak için ya da iyi bir şiir yazmak için
şunlar, şunlar olmalıdır diye bir kaide yoktur. Mayakovski’yi hatırladım. Şiir
Nasıl Yazılır isimli bir eseri var biliyorsunuz. Hani orada der ya Mayakovski:
“Bir masa, yazı makinesi, kahve v.s.” Hayır! Şiir için bunlara gerek yoktur.
Şiir doğum gibidir. Ne zaman geleceğini bilemezsiniz siz. Belki ayak seslerini
duyar ya da hissedersiniz ama o, kendisi gelir ve istediği zaman gelir. Belki
şairin beslenmesi, mayalanması, hal-i pür melali ile de bir alakası vardır. “Şiir
Nasıl Yazılır?” Adlı kitabında daha ilerilere giderek şiirin nasıl yazıldığını,
yazılması gerektiğini anlatmayı dener Mayakovski. Elbette doğru olan çok şey
var Mayakovski’nin anlattıklarında ve tekliflerinde. İki bölümden oluşan
kitabın birinci bölümünde şiir yazmanın genel kuralları üzerinde durur
Mayakovski. Toplumsal beklentilerin kavranması, sözcük kullanımı, imge
yöntemleri, ritim, şiire hazırlık, şiiri üretme araç gereçleri vb. konularda
kuralcılıktan uzak; eğlenceli, neşeli ve doğrudan deneyime dayanan önemli ve
ilginç şeyler söyler. Birçoğu hem ilginç hem de doğru. Ancak bu bizde öyle
değildir. Denilebilir ki “Sanat evrensel değil mi? Dolayısıyla şiir de
evrensel. Nasıl olur da “bizde böyle değil” dersiniz?” Evet, evrensellik
konusunda, biz buna cihanşümul diyelim. Evet, sanat cihanşümul; sadece edebiyat, sanat değil bizim her
şeyimiz cihanşümul. Biz sanat, edebiyat ve estetiğe dair bir şey yaparken bunu
yapmak için yapmayız; biz ibadet ederiz. Bizde, bizim medeniyetimizde her şey
Allah rızası içindir. Dolayısıyla yaptığımız güzel şeyler sanat eseri olarak
toplumun orta yerinde durur ve toplum ondan faydalanır. Görüldüğü gibi sanat
eserini inşa ederken ibadet eder Allah’ın rızasını kazanmayı umarız ve inşa
ettiğimiz sanat eserinden insanlar faydalanıyorsa işte dükkânını açmıştır
sanatçı. Allah hepimizi rızasını kazanma yolunda olan ve kazanan sanatçılardan
eylesin.
Şairin (yazarın) toplumdaki görevi nedir?
Şair ve yazar, iştigal ettiği alan itibariyle belli ki farklı
bir insan. Öyle bir arızası var yani. Diğer insanlara göre arızalı. Bu arızayı
olumlu ya da olumsuz olarak açıklamamıza gerek yoktur. Eğer gerçekten farklıysa
bu farkı ortaya çıkacaktır ve bu milletin münevverleri arasında yerini
alacaktır. Münevverlerimizin ise toplumdaki görevleri herkesçe malum... Yazar
ve şair inanan bir adamsa, ademiyetine-fıtratına uygun yürüyen farklı bir
adamsa toplum içinde, münevver olma yoluna girmiş demektir. Bir yola çıkmak,
illaki menzile varabilmek manasına gelmez. Yola ihanet mi eder? Yolda giderken
menzile varma gayesiyle şehit mi olur? Menziline varır mı orasını önce Allah,
sonra kendisinin niyeti ve gayreti belirler.
Şiir ve insan
ilişkisi nedir?
“Şiir ve insan ilişkisi”
ne güzel bir soru; şiir-şuur ilişkisi gibi. Şair önce insandır bir kere.
Şiiri, şuura ulaştırmıyorsa yazıklar olsun o şaire. Ne manada şuurlandığı da
önemli elbette. İşte tam bu noktadan itibaren şiir insan ilişkisi başlar. Zira
şiiri şairin kendisidir. Tam olarak her yönüyle insana hitap eder şair-şiir.
Size göre şiir nedir?
Şiir benim hayat tarzım, inanç, estetik, gelenek ve sanat
merkezli hayata bakışım, yaşayışımdır adeta. “Vurulup Vurulup Kıvranmaya
Tiryakiyim” demişim bir şiirimde. Vurulup vurulup kıvranmaktır şiir. Bizim
medeniyetimizde kelamın gücü ve kelama verilen değer malum. Sözün özden
söylenmesidir şiir. Söylenenin söylemeden edilememesidir; söylemeden edilemeyen
söz söylenince bir daha söylenme arzusudur şiir.
Size göre sanat
nedir?
Sanat: söylenmeden edilemeyen, özden söylenen sözün estetiğe
bürünerek söylenmesidir şiir açısından. Ne söylendiği değil, nasıl
söylendiğinin lezzet derecesidir. Ferdin inşa ettiği bir esere kendisinden,
kendi güzelliğinden, âdemiyetinden bir şeylerin bulaşmasıdır sanat.
Sizce şair kime
denir?
Şairin, ozanın, aşığın, halk aşığının birçok tarifi yapılmış
ve yapılmaya da devam edilmektedir. İçinde katıldığım birçok güzel ifadelerle
birlikte, “ne alâka?” dediğim, derken de hayretler içinde kaldığım tanımlar da
olmuştur. Şair başka bir şeydir. Söylemeden canı çıkacakmış gibi olmak,
söyleyince de canı çıkmış gibi olmak gerektirir şairlik. Çoğu zaman söylediği
mısraa şaşıp kalır şair, söyleyince farkına varır içinden çıkan ateşin ve o
ateşin söylemeden önce kendisini nasıl yaktığının, niçin yaktığının. Her şiir yazan
şair değildir; her kelime diziminin şiir olmadığı gibi. Bazen şairin ömrünce
birkaç şiirinden fazla şiiri de olmayabilir. Ama bu durum onun şairliğine helâl
getirmez. Şairler arasındaki fark ise; ne söylediği değil nasıl söylediği ile
ortaya çıkar. Dünyada söylenmemiş söz var mıdır? İşte şair buradan itibaren
şairdir.
Şiirinin hayatı
güzelleştirmedeki rolü nedir?
Şiirin hayatı güzelleştirmede rolü, yemeğe konulan biber
gibi olmalıdır herhalde. Zira biber acıdır ama yine de yemeğe konulur. Yemeğine
biber koyanın aklından zoru mu vardır? Hayır! Yemeğine eklediği tat farkı ile
yemeğini güzelleştirir. Şiir kesinlikle tatlı ifadesi ile yan yana gelemez
mesela tersinden olarak. Nasıl canımızı acıttığı halde bir ağıtı, acı bir
türküyü dinlersek ve bu dinlediğimiz ağıt veya acı türkü, canımızı acıtmasına
rağmen hayatımızı güzelleştirirse, şiir de hayatımızı bu mana güzelleştirir.
Yemen türküsünde, Celal Oğlan türküsünde,
hayatın güzelliği mi vardır? Hayır, tam tersi bir durum var burada.
“Çamlığın başında tüter bir tütün/Acı çekmeyenin yüreği bütün/Ziyamın atını
pazara tutun/Gelen geçen Ziya’m ölmüş desinler/At üstünde kuşlar gibi dönen
yar/Kendi gidip ahbapları kalan yar” Allah aşkına bu türkünün dayanılacak
durumu mu var? Ama bu türkülerin canımızı acıtması bizi inceltir. İdeal insan
haline getirir.
Bir toplum nasıl şiir
seven, şiir yazan hale gelebilir?
Ne güzel bir soru. Bir kere yazılan şiiri anlamalı toplum
şiiri sevmek için. Bu ifade kesinlikle ve kesinlikle toplumun anlayacağı
düzeyde şiir yazılmalıdır manasına anlaşılmamalıdır. Ortak zevk anlayışı ve
kültürel bir seviye yakalanmalıdır evvela. Önce şairler dikkatle birbirini
okumalı, kendi yazdığından başka şiir okumamak yerine. Bu cümle garipsenebilir;
ama ne yazık ki bu böyledir. Çoğu şair, dönüp dönüp kendi yazdığı şiiri
okumaktadır. Şiir yayınladığı dergide bile, kendi şiirini şöyle bir okuduktan
sonra dergiyi kapatıp koymaktadır bir kenara. Bu çok acı bir durum; ama durum
da aynen böyledir. Evvelemirde şairlerin yazılan şiirleri okuması şarttır
dedik. Bu durum, yani şairlerin yazılan şiirlerden haberdar olması, şiirde
tenkid müessesesini de çalıştıracaktır; şu anda olmayan ama hiç olmayan bir
müesseseyi. Bu müessese; şair ve şiir diye ortada bulunan gereksiz her şeyi
silip atacaktır. Sonrasında ise şiir gerçekten okunan, sevilen, yazılanla
iftihar edilen bir hale gelecektir. İşte o zaman bu toplum, hem şiiri sevecek
hem de şiir söyler hale gelecektir.
Şiir insanı hangi
noktalarda yüceltir? Şair şiirini hangi noktalarda yükseltir yahut
yükseltmelidir?
Şair, şiiri ile kendi inanç ve medeniyetine dair değerlerini
işliyor, o temeldeki sancılarından doğuyorsa şiiri, hem şair yücelir, hem
şiiri; hem de o medeniyetin bir ferdi olan okuyucu yücelir.
Dün büyük şairler
yetişirken bugün neden büyük şairler yetiştiremiyoruz? Ne eksik? Neyi kaybettik
biz?
Ne güzel bir soru. Ah dünümüzden bugüne gelene kadar neleri
kaybettik, ne yitiklerimiz var bunu bir bilebilsek; bu şuura bir varabilsek,
dünün şiiri de şairi de günümüzde var olacaktır. Kültür ve irfan meselesi bu
bir yönüyle; biz irfanımızı kaybettik. Kültürle münevver yetişmeyeceğini ne
zaman anlayacağımızı ise hayli merak etmekteyim doğrusu; böyle bir şey olacak
mı onu da bilmiyorum. Bir ramazan bayramıydı: Ailecek bir köy evinin yanından
geçerken yüz yaşını hayli aşmış iki ihtiyar gördük evlerinin önünde oturan.
Hemen durup yanlarına gittik ellerini öpmek hayır dualarını almak için.
Ayaküstü bayramlaştıktan sonra ayrılmak üzere vardığımız dede ve ninenin
yanından birkaç saatte zor ayrıldık. Dede ile müthiş bir sohbete başlamıştık
ki: Nine, evin bahçesinde açan nergis ve sümbülleri göstererek “şuradan çiçek
yolun kızlar” dedi eşim ve kız kardeşlerime hitaben. Dede anında müdahale etti.
Karısına dönerek: “Ne o Cennet, saç-baş yolun der gibi!” diye uyarmıştı
güngörmüş, yüz yaşının üzerinde olan eşi ninemizi. Oradan ayrıldığımızda: İşte!
Demiştim işte şiir bu; şiiriyetlik budur. Çiçek yolun ifadesine dayanamayacak
kadar hassas bir incelik… Biz inceliğimizi kaybettik. Bizi incelten, damlama
şerbeti gibi yapan değerlerimizden vazgeçtik, kaybettik o değerleri. Her
dönemin şairi, şiiri de o dönemin insanı gibidir. Kaç kelimeyle konuşuyoruz ki
güzel şiirlerimiz olsun. Bir ülkede çıkan her kitap elli binin üzerinde
basmıyorsa, daha kat edecek çok mesafemiz var demektir.
Edebi eser, şiiri
teneffüs etmek, edebi dil, estetik açıdan doygunluk vb. kelime grupları sizde
hangi hisleri çağrıştırıyor?
“Şiiri teneffüs
etmek” ifadesini sevdim. Neye heves eder emek verirsen o doğrultuda önün açılır
buyruluyor. Şairlerin, şiir dostlarının bir arada olması, her meseleyi edebi
bir dille tartışmaları ve sürekli şiirle, sanat edebiyatla hemhal olmaları, bir
arada olan o kişilerin daha güzel eser vermelerine vesile olur. Bir şairin
farkında olmadan söylediği güzel ve edebi bir söz, karşısındaki şairde iç
yangınlarına sebep olabilir. Başka bir deyimle içindeki bardağı taşıran son
damla olabilir. Yüreğinde çağlayan şelalelere sebep olabilir. Dolayısıyla
şairlerin, yazarların bir araya çok fazlaca gelmelerinin inşa edecekleri
eserleri açısından faydalı olduğuna inanıyorum.
Gerçek anlamıyla
beğendiğiniz şair veya şairler oldu mu? Şu şairde kendimi buldum
diyebileceğiniz bir isim var mı?
Ben Mehmet Akif, Necip Fazıl okuyarak şiire heves ettim.
Hatta geriye dönüp baktığımda; mesela ortaokul ve lisenin ilk yıllarında
yazdığımı sandığım şiirlerim Mehmet Akif ve Necip Fazıl’ın kötü birer
taklidinden ibaretti. Sonra Sezai Karakoç Üstat medeniyetimizin tek şairidir
benim nezdimde. Bahattin ve Abdurrahim Karakoç ağabeylerin dizlerinin dibinde
büyüdük diğer taraftan. İsmet ÖZEL ile heyecanlandık ve anarşist tarafımız
kabardı. Hülasai kelam birçok şair var beğendiğim ve etkilendiğim.
Büyük şehirlerde
büyük şiir yazılır diye bir kaide var mı? Neden ünlü şairler birkaç şehirde
yoğunlaşıyor? Bu şehirlerin özelliği veya şiirin, şairin oluşumu açısından önemi
nedir? Taşra dedikleri coğrafyanın durumu nedir sizce?
“Büyük şehirlerde büyük şiir yazılır diye bir kaide var mı?”
sorusuna elbette ki cevabım hayır! Hem de kocaman bir hayır! Hatta tam tersi
bir durum var bence. Anadolu’dan İstanbul’a giden şairler, Anadolu’dan
bitirdikleri çeki kullanırlar ve çekleri bitince tekrar eder dururlar. Hatta
çoğu zaman ellerindeki çekin koçanı ile bile öğündükleri olur. Büyük şehirden
büyük şiir ve şair çıkmıyor; fakat şairler büyük şehri, sanat edebiyat
alanlarının daha geniş olması dolaysıyla orada yaşamayı tercih ediyorlar;
oradaki imkânlar mecbur bırakıyor da denilebilir.
Şiir ile müzik
arasında doğrudan bir ilgi var mıdır? Sizin müzikle aranız nasıldır? Hangi tür müziği seviyorsunuz?
Şiir ile musiki arasında elbette doğrudan bir ilgi var.
Şiirin kendi iç musikisi olmadan şiir kupkuru cümlelerin, belki biraz ilginç
cümlelerin sıralanması gibi olur. Şair bir nevi ses avcısı değil midir? İşte o
ses musikidir. Ben türkü severim. Türkü dinlerken kendime göre kurgular kurar canımı
acıtırım. Mesela Yemen Türküsünü dinlerken; “Açın çantasını nesi var? Bir çift
potiniyle bir de fesi var” bölümünü dinlerken: Önüme bir çanta gelmiştir. O
çanta, yemendeki babamın, kardeşimin, oğlumun çantasıymış ta ben az sonra onun
eşyalarını görecekmişim gibi olurum ve bu dozda canım acır. Bu şekilde canımı
acıtmayı ise çok seviyorum. Belki de bizi var eden acı budur kim bilir.
Ömrünüzün bu
noktasından sonraki hedefleriniz nelerdir? Nereye ve nelere ulaşmayı
düşünüyorsunuz? Okuyucularımıza özellikle söylemek istediğiniz bir husus var
mı?
Bir hedefe ulaşmak için şiir ve hikâye yazmadım. Kitaplarım
yayınlanıyor belli aralıklarla ve bu durum okuyucuya ulaşma açısından beni
mutlu ediyor o kadar. Elbette insan söylediklerinin muhatabına ulaşmasını
ister. Eğer bu durumu bir hedef olarak değerlendirecek olursak, yine bu manada
hedefime ulaştığım söylenebilir.
Eserleri: Seni Yaşamadan Olmaz (şiir-1994), Maraş'ın Cezbeli
Gülleri (Biyografik hikâyeler-2012), Marallar Oymağında Bir Ceylanla Oturup
Ağlamak (şiir-2012), Kayıktepe Operasyonu (roman-2014)
YORUMLAR