Kurucusu
olduğu vakıfta eğitim faaliyetlerini yürüten Doğan, ilmi ve siyasi hayatı
boyunca gönül insanlığı, nezaketi ve beyefendi kişiliğiyle önemli bir
duruşu temsil etti.
Gümüşhane'nin
Köse ilçesinin Salyazı köyünde 1930'da dünyaya gelen Doğan, babası Mehmet
Fehmi Efendi'den Kur'an-ı Kerim okumayı öğrendi ve 1942'de dayısı Kurra Hafız
Fevzi Efendi'de hıfzını tamamladı.
Dönemin
önemli ilim adamlarının tedrisinde tecvid, kıraat ve Arapça gibi dini ilimleri
tahsil edip icazet alan Doğan, ilk, ortaokul ve liseyi dışarıdan bitirdi.
Askerlik
dönüşü Gümüşhane'nin merkez ilçesinin Özcan Mahallesi'nde imam hatip olarak
göreve başlayan Doğan, 1954'te Diyanet İşleri Başkanlığının açtığı müftülük
imtihanını kazanarak muhtelif şehirlerde müftülük, müftü yardımcılığı ve
vaizlik yaptı.
Ankara'daki
görevi sırasında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden 1965'te birincilikle
mezun olan Doğan, Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi iken Diyanet İşleri Başkan
Yardımcılığına tayin edildi.
Diyanet
İşleri Başkanlığı vazifesine 15 Ocak 1968'te vekaleten atanan Doğan, bu
görevini 25 Ağustos 1972'ye kadar yürüttü.
Daha
sonra Milli Görüş hareketinin kurucu lideri ve eski başbakanlardan Prof. Dr.
Necmettin Erbakan'ın daveti üzerine siyasete giren Doğan, Milli Selamet
Partisinden (MSP) 1973-1980 arasında 2 dönem Erzurum Senatörü olarak görev
yaptı.
1980
askeri darbesi döneminde Kirazlıdere Tutukevi'nde 8 ay tutuklu kalan Doğan,
1991'den itibaren 3 dönem Gümüşhane Milletvekili olarak TBMM'de yer aldı.
Bir
kısım arkadaşıyla 1987'de İSİLAY'ı kuran Doğan, Arapça, Farsça ve Fransızca
biliyor. Mütevelli Heyeti Başkanı olduğu vakfın Keçiören ve Balgat'taki
müesseselerinde, ilerleyen yaşına rağmen eğitim faaliyetlerine devam eden 90
yaşındaki Doğan, "Türkiye'nin Yaşayan İlim Hazineleri" haber dosyası
kapsamında hayat hikayesi, ilmi çalışmaları, siyasi hayatında tanık olduğu
önemli olaylar, İslam dünyasında son dönemde varlık gösteren
"şiddet" ve "terör" eğilimli akımlarla ilgili
değerlendirmelerde bulundu.
SORU: "Mübarek ramazan-ı
şerif ayı sona erdi lakin bu yıl farklı bir ramazan yaşadık. Koronavirüs
salgını nedeniyle Müslümanların çoğunlukla zamanlarını evde geçirdiği bugünler
için tavsiyelerinizi ve hislerinizi öğrenebilir miyiz?"
LÜTFİ DOĞAN: "Ramazan-ı şerifte salgın
hastalıkla karşılaştık. Tabii ramazan-ı şerif bu sıkıntılı durumun devam ettiği
bir sırada geldi. Ancak böyle bir afetle sadece İslam alemi değil
bütün insanlık karşı karşıya kaldı. Şimdi bana öyle geliyor ki bu salgın sadece
bize değil, bütün insanlığa Cenabıhak'ın bir uyarma haberidir. Rabb'im bizi
afetsin. Koronavirüsten şöyle ders almamız lazım geliyor, Müslümanlar olarak
elimizden geldiği kadar Allah'ın emrine uyarak tehlikelerden sakınmamız
gerekiyor. Bunun bizim bir görevimiz, üzerimize bir farz, bir borç olduğunu
bilelim. Rabb'imiz bu belayı, bu sıkıntıyı sadece Müslümanların değil
bütün insanlığın üzerinden kaldırsın ama bilelim ki bu bir uyarıdır. Daima
tedbirli, temkinli olarak yaşamaya ve hareket etmeye mecbur olduğumuzu bilelim,
bu bizim insanlık görevimizdir. Allah Teala da bize böyle emretmiştir. Tedbir
neyse onu almakla yükümlü olduğumuzu da bileceğiz."
"BABAM 'BU ÇOCUĞU OKUTUP
KURRA HAFIZ YAPACAĞIM' DİYORDU"
SORU: "Ülkemizin zor
zamanlar geçirdiği yıllarda yetiştiniz, Türkiye'nin farklı dönemlerine şahitlik
ettiniz. Yaşadığınız çeşitli zorluklara rağmen ilim/bilgi yolunda yürümeye
gayret ettiniz. Sizi kısaca tanıyabilir miyiz?"
LÜTFİ DOĞAN: "Nüfusa kayıtlı eski adı
Posus olan, daha sonra Salyazı adı verilen yaklaşık 300 hanenin bulunduğu büyük
bir köyde 1930'da dünyaya geldim. Makamı cennet olsun, babamın adı Mehmet Fehmi
Doğan. Babam askerden geldikten sonra komşular ve babamın arkadaşları ziyarete
geldi. Babam, akrabaların yanında eliyle beni işaret ederek, 'Benim babam ve 4
dayımın 3'ü hafız-ı kurra. Onlar vefat ettiler, geriye diğer dayım Kurra Hafız
Fevzi Efendi kaldı. Hafız Fevzi Efendi de vefat ederse hafız kimse kalmayacak.
Bundan dolayı bu çocuğu okutup hafız-ı kurra yapacağım.' diyordu. Tabii kurra
hafızın ne olduğunu bilmediğim için o zaman anlamadım bunu.
Bizim
köylerde güzel bir gelenek vardır. Kış aylarında şartlar çok ağır olur.
Köyümüzde 10-15 tane misafir odası vardır. Bunların hemen hemen birçoğunda
mukabele okunur. Bildiğiniz gibi Kur'an-ı Kerim 30 cüzdür, her gün bir cüz
okurlar ve 1 ayda hatim yaparlar. Mukabele okunurken ben de hıfzımı
kuvvetlendirmek için çalışıyorum. Hacı Muhittin Efendi'nin odasında sabahları
bir cüz okuyorum, ayda bir Kur'an-ı Kerim'i hatim ediyoruz. Bir kış mevsiminde
5 defa Kur'an-ı Kerim'i ezberden okuyordum, herkes elindeki Kur'an-ı Kerim'i
takip ederek dinliyordu.
Köyde
misafirhanelerde Hazreti Muhammed'in hayatının anlatıldığı Siretü'n Nebi
(Erzurumlu Mustafa Darir'in 14'üncü yüzyılda kaleme aldığı ilk Türkçe Siyer
kitabı), Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya adlı eseri, Ahmed Bican
Efendi'nin Envarü'l Aşikin (Anadolu'da Müslüman-Türk kimliğinin şekillenmesinde
etkili olmuş dini-didaktik eser) ve bazı tarih kitapları okunurdu. Bu
kitapların gündelik işlerin tamamlamasının ardından akşam ve yatsı namazları
arasında misafirhanede komşulara okunduğunu hatırlıyorum.
Ben
12-13 yaşlarımdayken köyümüzdeki camiye Abdurrahman İncesulu Efendi isimli bir
zat-ı muhterem görevlendirilmişti. Abdurrahman İncesulu Efendi, Arapçaya aşina
iyi bir ilim adamı. Ben ve 4-5 arkadaşım, bu imam efendiden Arapçayı öğrenmeye
başladık. Daha sonra köyümüze Mehmet Ragıp Efendi (eski Gümüşhane Müftüsü) isimli
genç bir imamı görevlendirdiler. Ragıp Efendi bizim köye imam olunca çok
sevindim. Ragıp Efendi'ye dersleri yeniden okumaya başladık, daha sonra mantık,
meani (Arap dilinde, sözün/ifadenin yerli yerinde olma şartlarını
inceleyen edebiyat dalı) derslerini de okuduk. Mehmet Ragıp Efendi'nin bu
derslerde çok güzel uygulaması oldu. Mehmet Ragıp Efendi'ye meani kitabını
okumaya başladığımda, bana her gün bir hadisi şerifi defterime yazdırıp
ezberletiyordu. Mesela defterime 'Temizlik imandandır.' hadisini yazmıştım. Az
ve öz, ezberlenmesi de kolay. Derslere böyle bir uygulamayla devam ettik."
SORU: "İlk, ortaokul ve
liseyi dışarıdan bitirme sürecinizi anlatabilir misiniz?"
LÜTFİ DOĞAN: "Gümüşhane'de dışarıdan
imtihanlara girip ilkokul diplomasını aldım. Zaten müftü veya vaiz tayin
edilmek için ilkokulun bitirilmesi şarttı. İlkokulu dışarıdan başarıyla
bitirdim. Daha sonra Ankara'da Diyanet İşleri Başkanlığında müftülük imtihanına
girdim. Dini eğitim alırken aslında Tevhid-i Tedrisat Kanunu'na aykırı hareket
etmiyoruz. Diyelim ki siz fevkalade matematik biliyorsunuz, matematikte en
ileri seviyede öğretmensiniz. Ben gelip sizden özel olarak matematiği öğrensem,
bu özel eğitimi almak nasıl ki serbestse, bizim dini eğitim görmemiz de öyle
serbestti. Ben Kur'an dilini öğreniyorum. Medresede değil özel ders aldım. Ben
okuyorum, hocamız, 'Bu güzeldir, şöyle yapacaksın.' diyor. Hatta hoca dersi
bazen anlamadığımı fark edince çeşitli şekilde anlatıyor. Bazen de çok iyi
bildiğim bir konuda hocamız bir kelime eksik söylediyse, 'Hocam böyle de
yapabilir miyiz?' diye sorabiliyorduk.
Netice
itibarıyla Kemah Müftülüğüne 17 Kasım 1954'te başladım, 6 yıl görev
yaptım. Tabii Kemah küçük olduğu için memurlar birbirini tanıyor. Sivas
doğumlu İbrahim isminde bir ortaokul müdürü arkadaşımız var. 'Fetvahane'
dediğimiz, resmi görevlerimizi yürüttüğümüz bir oda var. İbrahim Bey elinde bir
'Tebliğler Dergisi' ile fetvahaneye geldi. 'Müftü Bey, biliyorsunuz
ortaokullarda din dersi kabul edildi. Ben bu dersi size verdirmeyi
düşünüyordum. Milli Eğitim Bakanlığının Tebliğler Dergisi'nde ortaokullarda iki
saat din dersinin verileceği kabul edildi ama bu dersleri vereceklerin ilahiyat
fakültesi mezunu olması lazımdır. İlahiyat fakültesi mezunu bulunmayan yerlerde
okulun müdürü ya da öğretmenlerden arzu edenlere de verdirilebilir.' dedi.
Müdür Bey'e teşekkür ettim ama içimden kendi kendime şöyle dedim; 'Benim bilgim
sınırlı ama mesela fıkıh ve akaid gibi dini ilimlerde en ileri derecede dahi
olsam, elimde bugünkü şartlara göre bir diplomam olmazsa buradaki bu
memuriyetle yetinebilmem gerekir. O halde ben ortaokulu ve liseyi
bitirmeliyim. Eğer Cenabıhak muvaffakiyet verir ve ömür ihsan buyurursa
fakülteyi de okurum'. 1958 veya 1959'un haziranında ortaokulu, Eylül 1961'de
liseyi dışarıdan bitirdim."
"İLAHİYAT FAKÜLTESİNDEN
BİRİNCİLİKLE MEZUN OLDUĞUMU YILLAR SONRA ÖĞRENDİM"
SORU: "İlahiyat
Fakültesindeki eğitim sürecinizi anlatabilir misiniz?"
LÜTFİ DOĞAN: "Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesinde imtihana girip kazandım ve kaydımı
yaptırdım. Ankara'da göreve başlayınca bir hemşehrimiz Gülveren'de bir
gecekondu evini bizim için ayarladı. Orada kaldık ama bizim çocuklar ortaokulda
okuyorlar. O dönem ilkokul ve ortaokulda okuyan çocuklarım var. Sabah erkenden
kalkıp sabah namazını Gülveren Camisi'nde kılıyorum. Aktaş Atilla Camisi'ne de
birkaç hocaefendi geliyor, onlara biraz ders okutuyorum. Saat 08.00 olduğu
zaman Cebeci'deki Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'ne 08.30'da başlayan
derse gidiyordum. Daha sonra Yenimahalle Serpme Evler'de bir evimiz oldu, oraya
taşındık. İlahiyat fakültesini Eylül 1965'te birincilikle bitirdim. Birinci
olarak bitirdiğimden haberim yoktu.
Diyanetteki
görevim sırasındayken özel kalem biriminden, 'Sizi hakim arıyor.' dediler.
Hakimle telefonda görüşüyoruz, 'Reis Bey biliyor musun ben neredeyim? 1965'te
Ankara İlahiyat Fakültesinden mezun olanların diplomalarını inceliyorum. Önümde
senin belgen var. Seni tebrik ederim, okulu birincilikle bitirmişsin.' dedi.
Benim haberim yok, yıllar sonra duyuyorum. Netice itibarıyla öğretmenlere,
milletime, Diyanet camiasına, hepsine şükran borçluyum.
Ankara
İlahiyat Fakültesinde derslerimize birçok hoca giriyordu. Muhammed Tayyip Okiç
tefsir hocamdı, 3 ve 4'üncü sınıfta tefsir ve hadis derslerine giriyordu.
Okiç, Bosna'dan Türkiye'ye 1954'te gelmiş, ilahiyat fakültesinde hocalık
yapıyordu. Hakikaten çok yetişkin ve tecrübeli bir insan. Allah razı olsun
bizim kurumlarımız da Okiç Hoca'yı bırakmadı, o da burada kalmayı tercih etti.
Okiç, 1977'de vefat edinceye kadar Ankara'daydı. En çok takdir ettiğim hocamdı.
Derslerinde ve şahsiyet olarak fevkaladeydi. Hocaların hepsini takdir ediyorum.
Hilmi Ziya Ülken Bey'i de takdir ediyorum. 4'üncü sınıfta 'Değerler Felsefesi'
dersine giriyordu. Değerler Felsefesi kitabı çok geniş bir kitap. Diğer derslere
çalıştım ama Değerler Felsefesi dersine çalışamadım. Haziranda sınava girdim
fakat gece sınava çok çalışmışım. Hocanın sorduğu soruların cevabı hatırımda,
gözümün önüne geliyor ama yorgunluktan lisanla ifade edemiyorum. Hilmi Ziya
Ülken'in dersinden bütünleme sınavına kalınca haziranda mezun olamadım. Eylül
dönemindeki bütünleme sınavına iyi hazırlandığım için bütünlemeyi geçtim.
İlahiyat fakültesinden 1965'in eylülünde mezun oldum.
İki
yıl kadar Ankara Müftü Yardımcılığında bulundum. Bu sırada Dr. Lüfti Doğan
(Eski Devlet Bakanı ve Diyanet İşleri Başkanı) Ankara Müftülüğüne tayin
ettiler. Tabii bu sırada ben Ankara Müftü Yardımcısıyım. Bir müddet beraber
çalıştık. Sonradan benim müftü yardımcılığından vaizliğe tebdil (değiştirme)
edildiğimi söylediler. Bu görev değişikliği tenzil-i rütbe değildi. Vaiz olmam
benim için çok kolaylık. Çünkü vaazımı yapıyorum, işim bitiyor. Ondan sonra
derslerime çalışıyorum, evimde kalıyorum. Bu görev değişikliği dolayısıyla
o dönem Diyanet İşleri Reisi olan Hasan Hüsnü Erdem Hocaefendi'ye teşekkür edip
elini öpmek için gittim. Hasan Hüsnü Erdem Hocaefendi'ye, 'Efendim çok teşekkür
ederim beni vaizliğe nakletmişsiniz.' dedim. Hasan Hüsnü Erdem Hocaefendi, 'Ne
demek?' dedi. Benim görev değişikliğim için çok üzüldü. Anladım ki bu görev
değişikliği hocaefendinin bilgisi ve haberi dahilinde yapılmadı. Bu defa
söylediğime de çok mahcup oldum çünkü adam üzüldü. Daha sonra hocaefendinin
elini öptüm, 'Bu görev değişikliği benim için çok daha iyi. Siz dua buyurun.'
dedim ve makamından ayrıldım. Görevi sona erdikten sonra evinde de ziyaret
ettim kendisini."
"DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI
TEŞKİLAT KANUNU'NUN ÖNEMLİ MADDELERİNİN HAZIRLANMASINDA YARDIMCI OLDUK"
SORU: "Diyanet İşleri
Başkanlığı merkez teşkilatındaki çalışma sürecinizi anlatabilir misiniz?"
LÜTFİ DOĞAN: "1965 yılına kadar Diyanet
İşleri Başkanlığı bir tüzükle idare ediliyordu. Dönemin Başbakanı Süleyman
Demirel ve Devlet Bakanı Mehmet Altınsoy, 15 Ağustos 1965'te 633 sayılı Diyanet
İşleri Başkanlığı Teşkilat Kanunu'nu çıkardı, her ikisinin de makamı cennet
olsun, Rabb'im taksiratlarını affetsin. Devlet Bakanı Mehmet Altınsoy Bey,
benimle beraber bir arkadaşı, bir akşam evine çağırdı. Mehmet Altınsoy Bey,
merhum Ahmet Hamdi Akseki Hocaefendi'nin (eski Diyanet İşleri Başkanı) damadı.
Altınsoy Bey bizi evine çağırdığında, 'Allah'ın izniyle Diyanet İşleri
Başkanlığı Teşkilat Kanunu'nu çıkaracağız. Bunun Diyanetin lehine ve faydalı
olması için sizi yalnız bırakacağım. Şu maddenin nasıl olması gerekiyor? Bunu
belirleyeceksiniz, mesulü sizsiniz.' dedi. Kanunun 20, 21, 22 ve 23
maddelerinde sayın Bakan'a yardımcı olduk ve kanun öylece çıktı.
Diyanet
İşleri Reisi İlmi Muavinliği görevine başladım. Bir yıl kadar bu görevi
yürüttüm. Fakat bir gün benim hiç haberim yok. Bir şeyle meşgul oluyordum.
Özlük İşleri Müdürü arkadaşımız geldi, 'Hocam duydun mu? Seni Diyanet İşleri
Reisliğine getirdiler.' dedi. 'Reisimiz (Ali Rıza Hakses) var ya!' dedim. Allah
biliyor, hiç bilgim yok. Özlük İşleri Müdürü, 'Hocamızı emekli yapıyorlar.'
dedi. Gözlerimden yaşlar döküldü. 'Hocaefendi bana ikramda bulundu, reis yaptı.
Şimdi onu alıyorlar beni onun yerine koyuyorlar.' dedim. Allah biliyor, bu
durum bana çok ağır geldi. Belki başka bir şeyde insan sevinir ama ben orada
Allah biliyor çok üzüldüm, ağladım. Elimde değil, Hocaefendi görevi devretti.
Demek ki kaderde varmış. Aşağı yukarı 4,5 yıl devam eden görevimiz bitti, başka
bir arkadaş göreve başladı."
"HAK VE ADALETE DAYANARAK
MİLLETİMİZE HİZMET ETMEMİZ LAZIM"
SORU: "Siyasete giriş
sürecinizi anlatabilir misiniz?"
LÜTFİ DOĞAN: "Diyanet'te idareci olarak
görevim tamamlandıktan sonra kadrom İstanbul Vaizliği görevinde ama Ankara'da
görevlendirildim. Ankara'da vaizlik görevim sırasında çarşamba günleri akşam
Yenimahalle ilçesinde Altıncı Durak Hacı Baki Camisi'nde, cuma günleri ise
Maltepe Camisi'nde öğle vakti ders yapıyorum. Bir gün Maltepe Camisi'nden
dersten çıktım, eve gideceğim sırada iki zat-ı muhterem caminin meydanlık
yerinde bekliyorlardı. Bu iki zatın önünden geçerken selam verdim, ilgi
gösterdiler, hal hatır sordular. Biri, 'Efendim ben Necmettin Erbakan.' dedi.
Yanındaki arkadaşı tanımıyorum. Necmettin Erbakan'ı gıyabi tanıyorum ama hiç
görmedim. Netice itibarıyla yüz yüze Maltepe Camisi'nin avlusunda kendisiyle
tanıştım. Ondan sonra zaman zaman herhangi bir mecliste adından bahsediliyordu.
20
Ekim 1973'te seçim yapılacak ve muhtelif partiler var. Merhum Süleyman Demirel
başbakandı. Bir gün Sıddık Tivnikli Bey isminde bir zat-ı muhterem
Yenimahalle'de evimi ziyarete geldi. Sıddık Bey kendisini tanıtıp
'Erzurumluyum.' dedi. Erzurumlu Sıddık Bey, fakirhanemize gelip hal hatır
sorduktan sonra, 'Benim sizden bir ricam var. Biliyorsunuz Milli Selamet
Partisi (MSP) kuruldu. Ben MSP'nin Erzurum İl Başkanıyım. Sizi Erzurum'dan
milletvekili olarak parlamentoya göndermek istiyoruz.' dedi. Kendisine teşekkür
ettim, 'Bu hizmet çok önemli ve büyük bir hizmet ama bende siyaset sahnesine
katılacak o hazırlık yok. Siyasetle ilgili de şimdiye kadar bir şey
düşünmemiştim kendim için ama siyaset çok mukaddes bir görev. Siyaset, Allah'ın
rızası için hak ve adalete dayanıp, bilimsel olarak insanların hak, hukukuna
saygı göstermek ve onların haklarını koruyabilecek meşru tedbirleri almaktır.
Bunun için siyaset çok mukaddestir. Ben bunu biliyorum ama siyasette yer alacak
bir hazırlığım yok. Size ilginizden dolayı çok teşekkür ederim.' dedim. Sıddık
Bey gitti, birkaç gün sonra benim MSP'den milletvekili olmam konusunda aynı
düşüncede olan başka arkadaşlarla geldi. Onlara, 'Sizi beyanınızdan dolayı
tebrik ediyorum ama benim bu durumda böyle bir şeye hazırlığım yok. Mutlaka bu
kutsi göreve çok daha iyi birisini bulmanızı düşünüyorum.' dedim.
Bu
defa Sıddık Tivnikli Bey, İstanbul'a gidiyor. İstanbul'da benim tanıdığım,
bildiğim çok hürmet ettiğim birkaç arkadaşı derleyip getiriyor. Cuma günü
Cebeci Camisi'ne derse gideceğim. Dersten 1,5-2 saat evvel bir de baktım ki
Sıddık Bey ile 4-5 kişi geldi, durumu anladım. Küçücük bir misafir odamız var.
Onlara, 'Siz böyle buyurun, konuyu da anladım. Siz benim hayatta en çok
sevdiğim kardeşlerimdensiniz, Sıddık Bey de öyle. Benim siyaset konusundaki
düşüncelerimi Sıddık Bey biliyor, size aktarsın ama siz ne karar verirseniz ben
ona riayet etmek zorundayım. Çünkü siz benim her yönden takdir ettiğim, itimat
ettiğim, hak üzere hayat sürdüğünü bildiğim arkadaşlarımdansınız.' dedim, sonra
oradan ayrıldım. Siyasete girmemi teklif etmek için gelenlerden biri Osman Nuri
Çataklı (eski Vakıflar Genel Müdürü), yakın zamanda vefat etmişti. Netice
itibarıyla 'Biz konuştuk, takdir ettik, böyle karar verdik.' dedi. Ben de
'Karar verdiniz mi? Allah'ım hayırlı eylesin.' dedim. Bu görüşmeden sonra onlar
gittiler.
Bir
müddet sonra bir akşam merhum eski bakanlarımızdan Süleyman Arif Emre ziyarete
geldi. Süleyman Arif Emre, Milli Nizam ve Milli Selamet partilerinin
kurucularından, iyi bir hukukçudur. İlk kez yüz yüze tanıştım, gıyabında
tanıyorum. Süleyman Arif Emre Bey gelip, 'Dilekçenizi istiyorum.' dedi.
Dilekçeyi yazdı, imza attım. Böylece Milli Selamet Partisine üye olduk. Beni
Erzurum'a gönderecekler. Erzurum'un seçimde 9 milletvekili ve 3 senatör kontenjanı
var. Dokuz milletvekilinin birinci sırasına İstanbul'da ikamet eden Korkut Özal
Bey'i, ikinci sıraya Dr. Zekai Yaylalı Bey, üçüncü sıraya ise Kurra Hafız Yahya
Akdağ Bey'i (eski Sağlık Bakanı Recep Akdağ'ın babası) yazdılar. Liste bu
şekilde oluşturuldu.
Bütün
maksadımız insanlarımızın bir bütün olması. Tabii siyaset çok ulvi bir
hizmettir. Siyaset, hak ve adalete dayanıp herkesin hukukuna kendi hukukun gibi
saygı gösterip kendi gösterilmesini beklediği şefkati, merhameti bütün
insanlarımıza da göstermektir. Siyaset çok değerli ama o kadar kolay değil.
Herkesi kucaklamak kolay değil, farklı düşünceler var. Elhamdülillah yine biz
aynı düşüncedeyiz, bütün müminler birbirinin kardeşidir, biz bunu biliyoruz. O
halde bu ülkenin evlatlarının hepsi birbirinin kardeşidir. Birbirini incitmeden
yardımcı olmak, iyilikleri güzellikle söylemek, bir yanlışlık olursa, 'Öyle
değil de böyle yapmak daha güzeldir. Bunu yaparsanız daha iyi olur, diğer
seçeneğiniz sizi zarara yöneltir.' demek yerinde olur.
20
Ekim 1973'te senatör olarak seçildim. O dönem Mecliste senatörlük görevi 6 yıl
sürüyordu. 6 yıl sonra 1979'da partililer, 'Sizi senatör göstereceğiz.'
dediler. Ben de 'Bizi bağışlayın, affedin. Diğer arkadaşları görevlendirin.'
dedim ama Ekim 1979'da ikinci kez Erzurum Senatörü olarak Meclise girdim.
Senatörlük görevimde aşağı yukarı 1 yıl dolmak üzereydi, bildiğiniz gibi 12
Eylül 1980 askeri darbesi oldu. O darbede ben ve partideki arkadaşlarımız
Ankara'daki Kirazlıdere Hapishanesi'nde tutuklu kaldık. Darbe olduğu için durum
çok sıkıntılı. Yüksek Mahkeme tarafından 1986'da 'Herhangi bir yanlışlık
olmamıştır.' denilerek beraat kararı verildi. 1986'ya kadar kadar tutuksuz
yargılandım. Ben 8 ay, diğer arkadaşlar 11 ay kadar tutuklu kaldı. Benimle
beraber 10 kişiyi bıraktılar. Çünkü 24 kişi kadar tevkif edilmiştik. Sıkı
yönetim mahkemesi, benimle beraber 10 kişiyi tutuksuz yargıladı. İhtilalden 11
ay sonra hapishanede kalan merhum Necmettin Erbakan Hoca, bakanlar ve diğer
kardeşlerimizi de tutuksuz yargıladılar. Bu yargılanma 6 yıl devam etti.
1986'da da beraat kararı verdiler, hepimiz beraat etmiş olduk.
Sıkıyönetim
savcısı bizim hakkımızda beyanını bildirmek üzere yazmış. Tabii o beyanı
bizlere de geldi çünkü hepimizle ilgili hukuki bir mesele. Necmettin Erbakan
Bey Hocamızın, şu sözünü her fırsatta hatırlıyorum, 'Arkadaşlar netice
itibarıyla suçsuz olduğumuz için Allah'ın inayetiyle beraat edeceğiz. Buradaki
beyanların hepsi bir şey söylemek için. Yoksa gerçekle bir ilgisi yok ama benim
sizden bir ricam var. Mahkeme bize beraat kararı verdiğinde
birlikte Allah'a şükretmek -'Şükrenlillah' Arapça olan bu tabiri de
kullandı- için bir umre yapacağız.' dedi ve o dediğini de elhamdülillah yaptık.
Umremizi
yaptıktan sonra Mekke-i Mükerreme'deyiz. Cidde'den Racihi isimli bir zatı muhterem,
bir akşam vasıta göndererek bizim 20 kişilik ekibimizi misafir etmek için
aldırdı. Hane sahibinin bahçesinde yemekten sonra akşam namazını kıldık. Hane
sahibi ayağa kalktı, 'Aziz misafirler, hepinize çok teşekkür ediyorum. Beni
sevindirdiniz, Cenabıhak da sizi sevindirsin. Şimdi benim adıma Prof. Dr.
Muhammed Kutub konuşacak.' deyip hemen oturdu. Hatta ev sahibi bu ziyarete
Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş Bey'i de davet etmiş, o da oradaydı, yan yana
oturuyorduk. Yalçıntaş Bey zaten orada üniversitede öğretim üyesiydi. Bu
toplantıda üniversitede öğretim üyesi, aslen Mısırlı olup Suudi Arabistan'daki
üniversitede görev yapan eğitimci Prof. Dr. Muhammed Kutub ayağa kalkıp şunu
söyledi; 'Ben istiyordum ki ilim adamlarını dinleyip, istifade edeyim. Fakat
hane sahibi bize konuşma görevini emanet etti'. Kutub, Arapça konuşuyor, ben de
Arapça bildiğim için çok edibane konuştuğunu anlıyorum. Güzel bir edebi giriş
yaptıktan sonra, 'Son yüzyılda Allah Teala, İslam ümmetine hizmet etmeleri için
iki kulunu ihsan buyurdu. Bunlardan birincisi, Birinci Cihan Savaşı'ndan evvel,
ikincisi, İkinci Cihan Savaşı'ndan sonra geldi. Birinci Cihan Savaşı'ndan önce
gelen Sultan İkinci Abdülhamid Efendi'dir, İkinci Cihan Savaşı'ndan sonra
sadece Türkiye'miz değil İslam toplumuna hizmet etmek üzere Necmettin Bey
kardeşimizi ihsan edildi.' dedi. Tabii bu sözleri dinleyince fevkalade duygular
hissettim, 'Bu kadar uzakta bulunan bir mümin kardeşimiz, devlete hizmet
sorumluluğunu taşıyan bu şahısları takdirle karşılıyor, biz gereği gibi takdir
edemedik.' diye bir düşünce içimden geçti."
"İSLAM DİNİNİN EN BÜYÜK
DÜŞMANLARINDAN BİRİ CEHALET VE BİLGİSİZLİKTİR"
SORU: "Alemlere rahmet
olarak gönderilen Hazreti Muhammed'in dininin bugün terörle yan yana anılıyor
olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? İslam terör, tedhiş ve tekfir
hareketlerini caiz görür mü? İslam'ın tüm insanlığın hidayetini hedefleyen bir
din olduğunu, Hazreti Muhammed'in alemlere rahmet olarak gönderildiğiniz
dünyaya nasıl anlatırız?"
LÜTFİ DOĞAN: "İslam dininin en
büyük düşmanlarından biri cehalet ve bilgisizliktir. İkincisi, İslam'ı bilip
İslam'a düşman olan, hidayetten nasibi olmayan kimselerin İslamiyet'i
öğrendikleri halde 'İslam'ı nasıl çürütürüz?' şeklinde teşebbüsleridir. Bunu
hiçbir zaman unutmayalım. İnsanın da insanlığın da düşmanı olan kimselerin, bu
çirkin ve yıkıcı davranışlarını daima tedbiri olarak hatırımızda tutmamız
lazımdır. Ama şunu bilelim ki Resulü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem,
alemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Allah Teala hazretlerinin sadece İslam alemine
değil bütün insanlığa bir ilahi ikramı, bir lütfudur.
İslam; barış,
iyilik, kardeşlik, insanın değerini insanlığa bildiren yüce bir dindir.
Dinimizdeki görevler de bizi tertemiz bir hayat yaşamak, insanlığın bütününün
iyiliğini düşünmek, insanlığa iyilik dileğinde bulunmak ve sulh içinde yaşamak
için vardır. Ancak şunu da bilmemiz lazım, İslam'a düşmanlık yapanlara karşı
yeri geldiğinde cihat görevimizi de unutmamamız lazım. Yani cehalete karşı,
cehaleti gidermeye, cehaleti bertaraf etmeye çalışacağız. Cehaleti ne ile
bertaraf edeceğiz? Gerçek ilimle... 'İki kere iki dört eder.', bu nasıl kesin
bilgiyse, aklıselimle hemen onun, hakikatin kendisi olduğunu kavrıyorsak
İslamiyet de böyledir. Bunu kavradığımız, bildiğimiz, yaşadığımız
takdirde, güzel yaşayışımızla, temiz yaşayışımızla, kardeşliğimizle, İslam'ın
dışında olanlar, İslamiyet'in manevi bir güneş, gecesi ile gündüzünün
aydınlığının eşit olduğunu bilen düşmanlar da takdir ederler.
Burada
şunu söyleyelim; terör vesaire İslam düşmanları tarafından icat edildi,
Müslümanları huzursuz etmek için çıkarıldı. İslam düşmanlarının
kandırabildikleri o teröristler, bu ülkede çıkıyor ki bunları dış güçler, şer
güçler kandırıyor. Yoksa ana-baba Müslüman, İslamiyet'i seviyor. Müminlerin
hepsi birbirlerinin kardeşidir. Müslümanlar şu gerçeğe aşinalık durumundadırlar
ki bütün insanlar ya dinde kardeşimizdir yahut yaratılışta bir eşimizdir. Dinde
kardeşimiz olan bizim gibi her türlü haklarına sahiptir. Yaratılışta bir eşimiz
olan insanları da insan olarak düşünür, onların hakkına, hukukuna Allah'ın
emrine uygun saygıyı gösteririz, yeter ki İslam'a ve insanlığa zarar
vermesinler. Konu bundan ibarettir.
İslamiyet
şunu öğretiyor, bütün insanlar doğduğunda İslam fıtratı üzerine doğarlar. Bir
yönüyle 24 ayar altın gibidir ama sonradan ana baba veya çevre veya İslam
düşmanları fırsat bulduğunda insanı, İslam'dan mahrum bırakıyor. Tabii burada
da Müslümanların çok uyanık olmaları lazım. Beşikten mezara kadar faydalı
bilgiyi tahsil edip kardeşçe Kur'an'ın emrine göre yaşayıp insanlığa faydalı
olma prensibimizi hayatımız boyunca sürdürmeliyiz."
SORU: "15 Temmuz darbe
girişiminden nasıl dersler çıkarmalıyız?"
LÜTFİ DOĞAN: "Tabii o darbe girişimini
ülkemiz yaşadı. Ne yapıp edip iyi davranmak, sabırlı olmak, kötülükleri
önlemeye dikkat etmek lazımdır. Elhamdülillah Cenabıhak yardım etti,
Müslümanları korudu. O sıkıntıdan, ıstıraptan milleti muhafaza etti ama ne
yazık ki bizim ülkemizde, Müslüman bir ülkede böyle bir durumun olmaması lazım
geliyordu. Ama İslam'a düşman olan kimseler, İslam'ı bilmeyen veya İslam'ı kötü
tanıtan kimseler, aldandıkları şeyde insanlığa, İslam'a zarar vermek için her
türlü kötü ve yanlış düşünceleri doğruymuş gibi kabul ediyor. Kendilerini hem
dünyada hem de ahirette felakete uğratıyorlar. Allah, cümle ümmet-i Muhammed'i
yanlış düşünceye sahip olmaktan muhafaza buyursun. İslamiyet birlik, kardeşlik
dinidir." (AA)
YORUMLAR