Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu Atatürk, 1932 yılından
1938 de ölümüne kadar, bir gün patlak vereceğini söyleye geldiği İkinci Dünya
Savaşı’nın ne kadar geniş ve şiddetli olacağını şüphesiz biliyordu. Buna rağmen
sanayileşmenin ve kalkınmanın mutlaka savaş bitmeden gerçekleştirmesinde ısrar
etmişti. Atatürk, Başbakanı Celal Bayar’a 18 Eylül 1938’de Dolmabahçe
Sarayı’nda ölüm döşeğinde, adeta vasiyet edercesine şunları söylemişti: “ Bana
bak Çocuk, vaktimiz daraldı. Beklenen dünya harbi yakında patlak verecek. Bu
harbin galibi hangi taraf olursa olsun bizim sanayileşmemizi ve iktisaden
kalkınmamızı asla istemezler. Onlar, bizi kendi sanayilerine hammadde
yetiştiren geri ve fakir bir tarım ülkesi olarak tutmak isterler. Bu uğurda her
türlü gayreti gösterirler. Birbiriyle de
kolayca anlaşırlar. Getirdiğiniz programı hemen uygulamaya koyarak, harp
bitmeden mutlaka gerçekleştirin. Para olsun ve olmasın, memleketin bütün kuvvet
kaynaklarını seferber ederek bu programdaki tesisleri mutlaka kurun, çalışır
hale getirin.”
Atatürk’ün ölümü üzerine Cumhurbaşkanı seçilen İsmet
İnönü, 26 Aralık 1938’de toplanan CHP kongresinde yapılan tüzük değişikliği ile
“Değişmez Genel Başkan “ oldu ve “ Milli Şef “ ilan edildi. Böylelikle
İnönü Devletin kurucusu Atatürk’te bile bulunmayan bir sıfat ve yetkinin
sahibi olmuştu. Her dört yılda bir, parti içinde Genel Başkanlığa aday
olmasının kendi şahsiyet ve otoritesinin sarsıp zedeleyeceği görüşü günümüzün
demokrasi anlayışına oldukça zıt olmakla birlikte, 1938 şartlarında çok yanlış değildi:
O tarihlerde “şeflik” sistemleri dünyanın en gözde sistemleriydi. Almanya’ da
Hitler, İtalya’ da Mussolini, Sovyet Rusya’da Stalin, İspanya’da Franko
otoriter rejimleriyle Batı demokrasilerini tir tir titretiyorlardı. Demokrasi,
dinamik değildi. Demokrasi; zafer kazanmak, toprak genişletmek için iyi bir
idare değildi. Ülke içinde hızlı kalkınma, dışta yayılmacı politikalar, ancak
tek parti idarelerinin baskıcı rejimleriyle kurulabilirdi.
Dünyada “şeflik” bu kadar revaçta iken, Türkiye’ ye de bu
durumun yansımaması düşünülemezdi. İnönü,1938-1945 tarihleri arasında baskıcı
rejimini en aşırı örnekleriyle sürdürdü. Bu dönem, Türkiye tarihinin acı bir
devri olarak hatırlanır.
II. Dünya Savaşı’yla birlikte bütün devletlerin, dikta
rejimlerinden dili yanmıştı. Dinamik olmadığı için beğenilmeyen demokrasi savaş
sonrası Yeni Dünya’nın gözdesiydi. Bu, Türkiye için de geçerliydi. Türkiye,
Milli Şef rejimini terk edip, çok partili hayata geçmek zorundaydı. İkinci
Dünya Savaşı, Bloklar arasındaki çıkar çatışmasından beslendiği gibi, rejim
çatışmasından da besleniyordu. Savaşın sonunda üstün gelen güçler, rejimlerini
de öteki dünya devletlerine teklif edeceklerine ve hatta bu konuda
dayatacaklarına göre, Türkiye’nin de rejim bakımından kendini hazırlaması
gerekliydi.
İsmet İnönü, Yeni Dünya tarafından dışlanırsa, iktidarını
kayıp edeceğini biliyordu. Öte yandan daha önceki Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası ve Serbest Fırka denemelerinden rahatsızdı. Çok partili hayata geçmek
CHP’nin de sonu olabilirdi. Bu nedenle İnönü ve yakın çevresi, “Kontrol edebilir muhalefet”
yaklaşımıyla çok partili hayata yeşil ışık yakmışlardı.
Çok partili siyasal hayat, 18 Temmuz 1945’te Milli
Kalkınma Partisi’nin kurulmasıyla başladı. Ancak bu parti bir varlık
gösteremedi. Konjonktüre uygun söylemler yine CHP içinden dillendiriliyordu.
Dünya ülkelerinde demokrasi lehine gerçekleşen hızlı değişimin farkına varan
CHP milletvekillerinden Adnan Menderes ve Fuad Köprülü düşüncelerini yüksek
sesle telaffuz ettiler. 7 Haziran 1945 tarihinde de Celal Bayar, Refik
Koraltan, Fuad Köprülü ve Adnan Menderes CHP’nin demokratikleşme ve
liberalleşme hareketini başlatması, Demokrat Parti’nin kurulmasına kadar
gidecek süreci başlattı.
Türkiye de partiler, genellikle kurucularının şahsi
düşüncelerini taşıyan partilerdir. Siyasi hedefi olan birkaç kişi, hayatta çoğu
zaman bir iki kişi, bir araya gelir; akıllarına göre bir parti programı
hazırlarlar ; bir tüzük tedarik ederler ve sosyal objektifin önüne geçip
otururlar. O dönemlerde Demokrat Partiden başka bir Parti, önce
memleketin sosyal, politik, ekonomik, envanterini yapmamış, bu envanteri belli
aşamalarda belli çizgilere getirememişti. Nitekim Dörtlü Takriri hazırlayanlar
7 Ocak 1946’da Demokrat Partiyi kurdular. Parti, her alanda liberalizmi
savunuyordu. DP, kuruluşundaki haliyle liberal-sol bir çizgiye oturmuştu.
TBMM’den partiye katılanların sayısı dört kurucu ile birlikte 6’da kalırken
Anadolu’nun her köşesinden DP’ye olağanüstü bir ilgi, olağanüstü bir kayma söz
konusu oldu. CHP, karşısında böyle bir muhalefeti görünce şaşkına döndü.” Çığ
gibi büyüyen yeni partinin gördüğü sevgi endişe verici idi.
Önümüzdeki hafta köşemde DP'nin siyasi zaferi, CHP’nin tutumu ve 1960 ihtilalinin ayak seslerini yazacağım.
YORUMLAR