18 Şubat 1956 da ilan edilen Islahat Fermanı, bütün
Osmanlı tebaasının kanun önünde eşit sayıldığını, herkesin can, mal ve namus
dokunulmazlığının devletin güvencesi altında olduğunu açıklayan Gülhane Hatt-ı
Hümayunu’nu (Tanzimat Fermanı) yeterli bulmayan Batılı devletlerin, Osmanlı
tebaası müslümanlar ile gayri müslimler arasında bazı siyasî ve hukukî
farklılıkların bulunduğunu ileri sürerek daha köklü reformlar yapılmasını
istemeleri sonucunda hazırlanan ferman olup Osmanlı tarihinde önemli bir yere
sahiptir.
Viyana’da toplanan konferansta tespit edilen dört esastan
sonuncusu, gayri müslimleri müslümanlarla eşit haklara kavuşturacak yeni bir
ıslahat programının ilânını şart koşuyordu. Gayri müslimlere verilecek haklar,
Avrupa devletlerinin müşterek teminatları altına alınmak üzere özel bir madde
ile barış antlaşmasına eklenecekti. Bâbıâli, kendi iç meselesi olan ıslahat
konusunun antlaşmaya eklenmesinin hâkimiyet haklarına zarar vereceğini, bunun
ayrıca devletler hukukuna da aykırı olduğunu ileri sürerek teklifi reddetmesine
rağmen uluslararası bir anlaşmanın maddelerine eklenmesine mani olamadı.
Islahat Fermanı, Tanzimat Fermanı’na göre daha
ayrıntılıydı. Tanzimat Fermanı bütün Osmanlı tebaasını ilgilendiren genel
prensipler koyarken Islahat Fermanı tamamen müslüman olmayan Osmanlı tebaası
ile ecnebilere ait hükümler içeriyordu. Gayri müslimlerin Osmanlı toplumundaki
eski statülerini büyük ölçüde değiştirmekte ve onların durumlarını yeniden
düzenlemekteydi. Ferman, Osmanlı tebaası gayri müslim unsurların hukukunu
müslüman tebaa ile eşit hale getirmek amacını taşımakla birlikte müslüman
kesimi doğrudan ilgilendirebilecek, anlamı cümle aralarına sıkıştırılmış
hususları da içine alıyordu. Osmanlı ülkesinde her din ve mezhebin icrasının
serbest olduğu ve hiç kimsenin din ve mezhep değiştirmeye zorlanmayacağı hükmü
sadece gayri müslimleri değil müslüman kesimi de kapsayacak bir ifade şeklinde
zikredilmişti. Dolayısıyla daha fermanın neşrinden önce toplanan komisyonda
İngiliz elçisinin İslâmiyet’ten ayrılmayı yasaklayan şer‘î kanunların
değiştirilmesi teklifi bir bakıma satır aralarında da olsa yerini almış
oluyordu.
Ferman esas
itibariyle sadece gayri müslim tebaaya yönelik olarak algılandığından bu önemli
genel nitelikli ifade dikkatlerden kaçmış ve pek iyi kavranamamıştır. Tanzimat
Fermanı ile Islahat Fermanı hazırlanışları bakımından da önemli farklılık
arzetmekteydi. Birincisi, dış tesirlerden çok iç dinamiklerin zorlamasıyla
Osmanlı devlet adamlarınca hazırlandığı halde ikincisi tamamen dış baskılar
sonucunda yabancı temsilcilerle birlikte hazırlanmıştı. Tanzimat Fermanı
devletlere tebliğ edilmekle birlikte herhangi bir taahhüde girilmemişti. Fakat
Islahat Fermanı’nın Paris Antlaşması’nda özel bir madde halinde zikredilmesi
devleti taahhüt altına sokmaktaydı. Bu yüzden Tanzimat Fermanı’nın mimarı
sayılan Mustafa Reşid Paşa, Islahat Fermanı’nın ülkeyi tahrip etmek için
Avrupa’ya verilmiş bir silâh olduğunu ileri sürüyordu. Bu tâvizleri veren Âlî
ve Fuad paşaları da hainlikle itham ediyordu.
Beklenenin aksine Islahat Fermanı’na en büyük tepki gayri
müslimlerden geldi. Görünüşte hâkim millet müslümanlarla aynı seviyeye
gelmelerine rağmen özellikle eşitlik ilkesine karşı çıktılar. Bilhassa Rumlar
müslümanların üstünlüğüne razı olduklarını, ancak Ermeni ve yahudilerle bir
tutulmalarını asla kabul etmeyeceklerini ifade ediyorlardı. Gayri müslimlerin
tepkisine sebep olan hususlardan biri de askerlik yükümlülüğü idi. Din adamları
da fermandan hoşlanmadılar. Cemaatlerinden haraç şeklinde aldıkları aidatın
kaldırılarak maaşa bağlanmaları, göreve başlarken devlete sadakat yemini
etmeleri, din adamlarından oluşan sinod meclisine halktan da üye seçilmesi gibi
hususlar patrik ve metropolitlerin büyük tepkisine yol açtı.
Islahat Fermanı ile gayri müslimlere ve ecnebilere özel
haklar tanınması, imparatorlukta edindikleri maddî zenginliklerine şimdi
politik hakların da ilâve edilmesi müslümanların da tepkisine yol açtı. Bazı
müslümanlar, atalarının kanlarıyla kazanılmış olan millî ve mukaddes haklarının
kaybedildiğine, hâkim millet olma vasfının yitirildiğine inanıyorlardı.
Gayri müslimler devletin çeşitli kademelerinde görev
aldılar. Fakat askerlik konusunda aynı başarı elde edilemedi. Cizye vergisi
kaldırılarak gayri müslimlerin de askere alınması kararı uygulanamadı. Nihayet
1857’de çıkarılan bir kanunla gayri müslimlerin askerlik hizmetine karşılık
“bedel-i askerî” adlı bir vergi ödemeleri kabul edildi. Osmanlı toplumunun
birbiriyle kaynaşmasında en büyük rolü oynaması ümit edilen bu önemli reform da
başarısızlıkla sonuçlanmış oldu. Gayri müslimler II. Meşrutiyet’in ilânına
(1908) kadar askerlikten muaf tutuldular.
Sonuç olarak
fermanın, şeriata aykırı hükümler ihtiva ettiği gerekçesiyle müslümanların
vicdanını zedelediği ve devrin hükümdarını tahttan indirmek, hatta öldürmek
amacıyla birtakım tertiplere dahi yol açtığı (kuleli vakası), hulâsa devletin
dayanmakta olduğu hukukî nizamı büyük ölçüde değiştirip gayri müslimleri zimmî
hukukun dışına çıkardığı söylenebilir.
YORUMLAR