Yıl 2005 yahut 2006… Tam olarak hatırlamıyorum. Kahramanmaraş’ta çalıştığım bir gazetenin yemekhanesinde, elimizde tabildotlarla yemek sırasındayız. Kuyrukta bir sürü insan. Sıra bana gelmişti. Ben aşçıya yemeklerin bazısından az vermesini bazısından hiç vermemesini söylerken sırada bekleyenlerden birinden, “Siparişle yemek mi alıyorsunuz?” diye ukalaca bir ses yükseldi. Ben de “Yiyemeyeceğim yemekleri alıp da çöpe döksem hoşunuza mı gidecek?” diye yanıtladım. İkimiz de sustuk.
Belli ki benden hoşlanmıyordu. Ki kendisini tanımıyordum ama artık ben de ondan hoşlanmıyordum. Halbuki aynı lisede okumuştuk, bir üst sınıfımızda okuduğunu simasından hatırlıyorum. Ama muhabbetimiz olmamıştı hiç.
Şirketin sekreteryasında çalışıyordu. Yani patronun odasına girmek için, hanımefendinin masasının önünden geçmek şarttı. Ama ben işim için patronun yanına gidip geldikçe yönümü dönmez olmuştum ondan tarafa. Adeta benim için yok olmuştu, bir hayalet gibiydi artık. Öyle bir görmezden gelmiştim ki onu, belki de o bile şüphe ediyordu “Acaba ben var mıyım?” diye. İki hafta mı, üç hafta mı böyle devam etti bilmiyorum. Saymadım zamanı.
Bir gün patronun yanından çıkıyordum ki, “Narin” diye seslendi bana. O an dönüp de yüzüne bakıp bakmamakta nasıl tereddüt ettiğimi şimdi de tıpkı o günkü gibi hissediyorum iliklerime kadar. Yine bir tartışma çıkaracaksa hiç çekinmeyecek tartışacak; kavga istiyorsa da kavga edecektim. O kadar kararlıydım. Döndüm, “Efendim” dedim. “Hiç bakmıyorsun bu tarafa. Biraz gelsene” dedi. O kadar şaşırdım ki, o kibir abidesi mi söylüyordu bunları?
Oturdum. Mutfaktan iki bardak çay doldurdu getirdi. Birini bana ikram etti, birini de kendisi aldı ve masasına geçti. “Sana çok sevdiğim bir şarkıyı armağan etmek istiyorum. Dinledikçe beni hatırlarsın” dedi ve Sami Yusuf’tan Hasbi Rabbi’yi açtı. “Hiç dinlemiş miydin?” dedi. Oysa hiç dinlememiştim. Önce Sami Yusuf’u açtı, ardından da samimi bir özür gönderdi. “Senin yemek çöpe gitmesin diye öyle yaptığını bilemedim Narin kusura bakma” dedi.
Bir insanın hatasını anladığındaki mahcubiyeti o kadar kıymetliydi ki benim için yumuşayıverdim. Beraber çaylarımızı yudumladık, Hasbi Rabbi’yi dinledik ve ben işleri yetiştirmek için müsaade istedim. Kalkarken, “Sık sık gel mutlaka. Buradan geçerken de yüzüme bak” dedi. “Tamam” dedim gülüştük, sarıldık.
Ondan sonra katmerlendi muhabbetimiz. Edebiyattan, sanattan, her şeyden o kadar çok ortak noktamız varmış ki. Mesela, öyle güzel şiir okuyor ve iyi şiirden o kadar güzel anlıyordu ki…
Mona Roza şiirinin, en çok “Siyah güller, ak güller” kısmını severdi. “Dinle” der, şiiri açar ve Sezai Karakoç’u dinlerdik, “Mona Roza, siyah güller, ak güller/ Geyve’nin gülleri ve beyaz yatak/ Kanadı kırık kuş merhamet ister/ Ah, senin yüzünden kana batacak Mona Roza/ Siyah güller, ak güller…”
O beni, ben de onu yavaş yavaş tanıdık, sindire sindire. Bir çay gibi demlendi muhabbetimiz, sevgimiz. Çünkü eminim ki birbirini seven insanlar birbirini gerçekten tanıyanlardır. Şairin de dediği gibi, “İnsan en çok bilmediğine düşmandır” zira. Öyleydi hakikaten.
Bir elmanın iki yarısı gibi olmuştuk. Hayallerimizi bile birleştirmiştik. İki kişilik hayaller kuruyor, ideallerimizi bütünleştiriyorduk. Ben İstanbul’a gitmek, gazeteciliğe orada devam etmek istiyordum, o da benimle gelmek istiyor, birbirimizi tamamlayarak güzel işler yapacağımıza inanıyorduk. Artık ben sadece ben değildim ki, aynı zamanda oydum. O da ben. Öyle sevdik birbirimizi. Biz böyle hayaller, idealler içinde yüzüyor, ben de İstanbul ile bağlantı kurmaya çalışıp bir yol açmaya çalışıyordum. Tabii her şeyin bir zamanı vardı. Birden bire olmuyordu hiçbir şey maalesef.
Birgün haber yazarken masamın üstündeki telefon çaldı. Oydu telefondaki ve beni yanına çağırdı. Önemli bir şey söyleyecekti belli ki. Heyecanla gittim. Ama durgundu. Elinde Peyami Safa’nın “Yalnızız” kitabı. Bana uzattı, hediye etti. Hasta zannettim önce. “Neyin var?” dedim. “Evleniyorum” dedi. Nişanlanmış, yüzükler bile takılmış. Kulaklarıma inanamadım. Hem en yakın arkadaşı olduğum için böyle bir haberi yüzükler takıldıktan sonra mı alacaktım diye, hem de evlenmesi demek İstanbul hayallerimizin suya düşmesi, onun Kahramanmaraş’ta kalması ve benim artık yolumda tek başıma yürümem, hayallerimin ondan taraf kanadının kırılması demekti diye. Tek kanadı kırılan bir kuş nasıl uçardı ki? Kırılmıştım ben de. İstanbul hayaline küskünlüğüm, kırgınlığım da yıllarca sürdü. Hem de hayatımı etkileyecek kadar sürdü. Sonra toparlasan da ne kadar toparlanmış oluyor onu da bilemiyorum.
Ancak kırılmış da olsam dostluğumuz devam etti. Nikah zamanı yaklaştığında “Şahidimsin” dedi. Hayatta şahit olduğum en güzel şey, attığım en hayırlı imzaydı o imza. Kırgınlığı bir tarafa bırakıp danteller işledim çeyizi için. En güzel şeyler onun olsun istiyordum. O da benim için isterdi kuşkusuz.
Düğününe gittim elimde bir CD ve iki mektup. DJ anons yaptı, “Gelin hanımın arkadaşından gelin ve damada şarkı hediyesi” diye. Ve düğünde yükseldi Uğur Işılak’ın “Sevdamızın adı berrak, sonu toprak, dönen alçak olsun” şarkısı. Berrak ve dupduru bir sevgi yaşasın istedim hayatının ondan sonrasında da. Takı merasiminde ise birer mektup kondurdum yüreğimin güverciniyle her ikisinin de yakasına.
Yıl 2023 olmuştu ve hâlâ o mektupları sakladıklarını, hem kendisinin hem de eşinin zaman zaman açıp okuduklarını söylemişti. Çok sevinmiştim duyduğumda, iki kelamıma o kadar kıymet verdikleri için.
Ve yine yıl 2023 idi, aylardan Şubat… Gecenin bir yarısı çaldı telefonlarımız. Dediler “Maraş yerle bir oldu.” İnanmadık, inanamadık. Doğup büyüdüğümüz, sokaklarında koşup terlediğimiz, her köşesinde sevdalarımızdan, hüznümüzden bir parça bıraktığımız ve her karışında ayrı ayrı izlerimiz olan memleket nasıl yerle bir olurdu? İnanası gelmiyor insanın. O dakika başladım onu aramaya. “Aradığınız numaraya ulaşılamıyor” diyordu telesekreter. Telefon enkazda kalmıştır, o telaşla telefonu yanına alamamıştır diye düşündüm. Telefonun uzağında kaldığına, yanında olmadığına inandım. Kendimi avutmak için değildi, hakikaten inanmıştım buna. Her gün ama her gün aradım acaba açar mı diye? Yeni bir telefon edinir ve numarası çalar diye bekledim aylarca. Ta ki birkaç hafta öncesinde, “Aradığınız numara kullanılmamaktır” diyene kadar. O güne kadar nasıl aklıma gelmedi bilmiyorum, insanın aklına bazı şeylerin gelmesi için en dibi görmesi, en büyük korkularıyla yüzleşmesi gerekiyormuş gerçekten. O an anladım. Aynı yerde çalıştığımız bir abimize sordum mutlaka bilgisi vardır diye. Telefondaki ses “Dostlar sağ olsun” dedi. Kendisiyle beraber eşi ve iki çocuğu da göçmüş bu dünyadan. O an yüzbinlerce kurşun aynı anda vurdu sanki kalbimden. Defalarca aynı yerden vuruldum; vuruldum ama ölmedim. Bu en acısıydı.
Seni kaybetmek, hiç bilmediğin bir memlekette elinde bir valizle yolunu rotanı kaybetmek gibi bir şeymiş. Nereye gideceğini, ne yapacağını bilmeden şaşkın şaşkın, yorgun argın ve kan ter içinde yüklerinle dolaşmak. Ama bir yere varamamak…
Ve ben seni kaybettim…
Şimdi kulağımda bana armağan ettiğin şarkın, masamda “Yalnızız” kitabın ve yüreğimde baştan sona sen. Ben sensiz bu dünyaya sığamıyorum azizem… Sığamıyorum…
Şimdi senin için “Hayatını kaybetti” diyorlar ya. Gerçekte öyle değil. Ahh öyle değil.
Bilge biri demiş ya, “Gerçekten birbirini seven, birbirine ağlayan iki dosttan biri ölürse eğer; hayatta kalandır gerçek ölen.”
YORUMLAR