“Bir gün anlaşılır şiir/ Çoğu gitti, azı kaldı/ Ekmek gibi azizleşir/ Çoğu gitti, azı kaldı” diyor üstad Necip Fazıl Kısakürek şiir için.
Lise birinci sınıftaydım o zamanlar. Bazı derslerde şiir bahsi açılır, şiir yazan iki arkadaşımız Özlem ve Uğur da mevzuya dahil olurdu. Ancak o alan benim hiç ilgimi çekmez, konuya asla müdahil olmazdım. Zaten o zamanlar sohbet konusunda da pek iştahlı olduğum söylenemezdi. İçine kapanık, kendi kabuğunun içinde yaşayan, dış dünyaya alışamamış bir insandım. Sadece derslerim vardı benim için, bir de uğruna canımı bile verebileceğim birkaç hocam. Hepsi o kadar. Bunlardan bir tanesi de İngilizce hocamdı.
Birgün İngilizce dersinde hocamız, öğretmenler masasının tam önündeki ilk iki sırayı boşaltıp beni de en ön sıraya oturttu. Sonra “Yaz” dedi. “Ne yazayım hocam?” diye sordum. “Şiir” dedi. Hocam şiir yazmamı isteyince kendimle hafiften alay edercesine gülümsedim ve “Deli miyim hocam ben?” dedim.
Benim böyle söylemem hocayı vazgeçirmeye yetmedi tabii. “Ders bitene kadar zamanın var, yazabilirsin” dedi ve kararından dönmedi. Ancak iki saatlik dersin bitmesine rağmen ben iki satırlık bir şey bile yazamamış, şiir namına kalem dahi oynatamamıştım. Nihayet İngilizce dersini kazasız belasız (!) atlatmıştım. Fakat sınıf arkadaşım Uğur, konuşmaz olmuştu benimle. Hani şu şiir yazan arkadaşlardan biri. Kırılmış, darılmıştı belli ki bir şeye. Her halinden anlaşılıyordu. Niçin kırıldığını anlamamıştım tabii. Merak ettim ve “Neden benimle konuşmuyorsun? Bir problem mi var?” diye sordum. “Daha ne olsun, bana deli dedin” demez mi? Şoke olmuştum. Meğer, hocam benden şiir yazmamı istediğinde kullandığım “Ben deli miyim hocam?” ifademi yanlış anlamış. Oysa ben, şiir yazanlara hakaret anlamında değil şiire yeteneğim olduğuna inanmadığım için o alanda çabalamanın gereksiz olduğunu söylemek istemiştim. Kabiliyetimin olmadığı bir denizde kulaç atmak gereksiz ve faydasızdı bana göre. Kullandığım ifade de bu minval üzereydi. Ancak arkadaşım haklı olarak yanlış anlamış ve kırılmıştı. Neyse mevzuyu izah etmiş, olayı tatlıya bağlamıştık.
Şiire karşı herhangi bir muhabbetim ve istidadım yoktu yani. O kadar uzak, o kadar mesafeliydim. Bunu ben de biliyordum, artık sınıf arkadaşlarım ve hocam da öğrenmişlerdi. Kimi kalbi kırılarak, kiminin de bir hoca olarak sözü yerde kalarak… Bir şekilde herkes öğrenmişti.
O sıralarda anneannemde kaldığım bir vakit, dayım bir kucak dolusu ajandayla eve geldi. “Bunları niçin getirdin dayı?” dediğimde “Senin için” dedi. “Ben ne yapacağım ki bu ajandaları?” diye sorunca da gülerek, “Tabii ki yazı yazacaksın” dedi. Sanki İngilizce hocamla sözleşmişlerdi. Birisi “Şiir yaz” deyip sıraları boşaltıyor, diğeri yazmam için bir sürü ajanda getiriyordu eve. Şaşırmıştım. Ve bir hediyenin insan hayatında nasıl devrim etkisini yaptığına böylece şahit oldum yıllar sonra.
Neyse, ben bir sürü ajanda sahibi olmanın, bununla birlikte üst üste yaşadığım “yaz” telkinlerinin şaşkınlığıyla “Tamam” dedim ve o günden itibaren ajandayı yanımdan hiç ayırmadım. Okula giderken çantamda, yatarken yastığımın altındaydı artık. Bir an bile ayırmıyordum yanımdan. Ayıramıyordum da. Çünkü şiir yazamıyor olsam da kendimle dertleşiyordum. Bütün yalnızlığımı kucaklayan, beni sarıp sarmalayan bir arkadaş bulmuştum kendime. Yazdıkça yazdım, dertleştikçe dertleştim onunla. Bir kâğıt parçası ve bir kalem nasıl binlerce insana bedel olurmuş henüz o zamanlarda anladım. Necip Fazıl’ın bahsettiği gibi “şiiri anlama yolu”nun başındaydım belli ki.
Ve bir akşam evde sofra hazırlanırken hem mutfağa hem de odaya gidip geldiğim sırada televizyondaki sese takıldım bir an. Konuşan Uğur Işılak idi. O zamana kadar pek de aşina olduğum bir isim değildi açık konuşmak gerekirse. Evine konuk olmuş bir gazeteci soruyor, o da yanıtlıyordu. Sorulara bilgece cevaplar veriyor, dolu bir insan olduğu her halinden anlaşılıyordu. İşi gücü bırakıp televizyona takılmıştım. Ve sohbet esnasında bir ara sevdiği şairlerden bahsederken Abdurrahim Karakoç ve Necip Fazıl’ın isimlerini zikrederek Kahramanmaraşlı olduklarını söyledi. İlk onun ağzından duymuştum Abdurrahim Karakoç ve Necip Fazıl Kısakürek’in Kahramanmaraşlı olduğunu mesela. Belki de hayatımın en önemli edebiyat dersiydi bu cümle. Zira, bir yıl da hazırlık sınıfı okuduğumu düşünecek olursak lisede tam iki yıldır edebiyat dersi alıyorduk ve kendi memleketimizde, üstelik Kahramanmaraşlı olan edebiyat hocalarımızdan şehrimizin şair ve yazarlarına ilişkin yani onların hemşehrimiz olduklarına dair cümleler işitmemiştik. Ne acıydı…
İlgimi çeken bu bilgi sayesinde hayatımda sadece birer isimden ibaret olan Necip Fazıl ve Abdurrahim Karakoç’u daha derin araştırmaya başladım. Araştırdıkça ve o deryaya daldıkça neler öğrendim neler? Bir ummanda boğuluyordum sanki. Öyle bir boğulmaktı ki bu, Işılak’ın bir şiirinde, “Yürekte boğulmak ne güzel bela/ Battıkça kurtuldum, çıktıkça battım” dediği gibi ben de öğrendiklerimin içinde batıyor, battıkça öğreniyordum. Memlekette onu (Abdurrahim Karakoç) tanıyan insanları arar oldu gözlerim. Ona dokunmuş, onunla konuşmuş ve hayatının bir köşesinde bile yer edinmiş herkesi tanımak istiyor, onlardan Karakoç’u dinliyordum. Yeğeninden dinliyordum, ağabeyi Bahaettin Karakoç’tan dinliyordum, bir diğer ağabeyinden, şiirlerinden, bestelenen türkülerinden derken yıllar var ki işim hep onu dinlemek, hep onu sevmek oldu benim. Onunla hiçbir zaman görüşüp tanışamadım. Bırakın karşısında oturup konuşmayı, sesini dahi duyamadım ama aslında ruhum onunla konuşmuş, onu o kadar iyi tanımıştı ki. Artık günümüzde yüz yüze yıllarınızı harcadığınız insanları bile tanıyamazken, birini ruhunuzla tanıyabilmek, tarifi mümkün olmayan bir güzellik, özel bir ikram gibiydi. Ve ben o güzelliği bırakamıyordum.
Onu ütopik olarak değil hakikatte tanımış olduğumu, uzun seneler sonra, şiiri Karakoç’a ait olan “Mihriban” türküsünü besteleyen ve onunla şahsi dostlukları, teşriki mesaileri olan bir diğer yiğit sanatçımız Musa Eroğlu’ndan dinleyince daha iyi anladım. Gerçekten sevilmeye layık özel bir adamdı Karakoç. Yanılmamıştım. Mert bir adamı, bir başka mert adamdan dinlemek ikisine de hayranlığımı, sevgimi artırmıştı.
Kaleminin sağlamlığından öte karakterinin sağlamlığına vurulmuştum. Zira o, sadece aşkında, sevdasında değil inandığı davasında da cesur, gözüpek, yiğit bir adamdı. Bir yandan sevdiği kız kendisine mektup yazdığında onu zor durumda bırakmamak için kızın evine mektup göndermeyip onun yaşadığı şehirdeki gazetelerden birine şiirler yazacak ve “Herkes şiir diye okurdu ama Mihriban bilirdi ki kendine mektuptur onlar” diyecek kadar zarif; diğer yandan da “Bu kirli düzenin düzenbazları/ Azrail'e rüşvet vermeyi dener/ Ölünce dünyanın en kurnazları/ Torpille cennete girmeyi dener” diyecek kadar sert ve hicivkâr bir adam. Aşkında da, davasında da aynı samimiyet...
Abdurrahim Karakoç’un mizacına olan bu hayranlığım, edebiyata, yazıya ve şiire daha da ilgimi artırdı. İki şairi severek başlayan şiir serüvenim, diğer şairleri de tanıyarak, severek ve ajandamdaki kendi kendimle dertleşme yazılarımı beyitlere dönüştürerek devam etti. İlk olarak lise ikinci sınıfta şiir yarışmasından aldığım ikincilik ve kompozisyon yarışmasından aldığım il birinciliği ödülüyle başlayan teyitli yazı yolculuğum, şiir sergileriyle birlikte ‘Narince Şiir Sokağı’na kadar uzandı. Bunların bir kısmı kitaplaştı, bir kısmı da kitaplaşmaya hazırlanıyor yeniden. Gönlümü bir sarmaşık gibi öylesine kapladı ki mısralar, dizeler; evin bütün duvarlarına şiir yazmak, kentin her köşesine şiirler asmak fikri dolup taşıyor taa içimden. Engel olamıyorum bu arzuya. Yine hemşehrimiz olan bir şairin yani Kudüs şairi Nuri Pakdil’in “İnsanı kalbinden tutamadınız mı, görün nasıl kayıp gidecek elinizden” dizelerinde bahsettiği gibi. Şair şöyle söylüyor devamında:
“İnsanın en çok kalbi temiz olmalıdır
Tüm organlarımıza buyuran bir güç var onda
Anlatmaya, yorumlamaya gücümüzün yetmediği bir giz birikimi bu
İnsanı kalbinden tutamadınız mı, görün nasıl kayıp gidecek elinizden
Kaygan, yabancı madde dolu bir şey olup çıkacak sonunda
Kalbin gereksinimlerine dikkat edilmedi mi
Emek de, ekmek de yitiriverir anlamını
Ne emek, ne ekmek; önce kalbimiz bozuluyor çünkü.”
Ben de kalbimden yakalandım şiirlere. O yüzden kayıp gidemiyorum bir başka yere. Ve mısraların pençesine düştüğüm o gün, Necip Fazıl’ın niçin “Bir gün anlaşılır şiir/ Çoğu gitti, azı kaldı/ Ekmek gibi azizleşir/ Çoğu gitti, azı kaldı” dediğini de anladım.
Ve artık benim için bir ekmek gibi azizleşen şiir, “Bir gün” herkes için anlaşılacak ve azizleşecek biliyorum. Her şeyin bir zamanı var…
Çoğu gitti azı kaldı azizim…
YORUMLAR