Yıl 1954. Bir kış günü ve hava oldukça soğuk. Yılbaşında aldığı Schwinn marka bisikletiyle Columbia Oditoryumundaki Lousville Home Show’a gider. Arkadaşıyla birlikte her yıl yapılan Kara Pazar’a katılırlar. Çünkü kendi deyişiyle bir çocuğu oraya en çok da çeşit çeşit bedava yemekler, patlamış mısırlar ve şekerler çekiyordur. Ancak bütün bu bedava yiyecekler ve eğlence neticesinde eve dönme vakti gelmiştir. Fakat çocuk, çıkışta bir bakar ki bisikleti yok. Çalınmış.
Çocuk bunu görünce o kadar çok üzülür, o kadar çok perişan olur ki; koşa koşa polise haber vermeye gider. Birisi, onu polis memuru Joe Martin’in bulunduğu spor salonuna yönlendirir. Bisikleti çalınan çocuk bir heyecanla Martin’in yanına koşar ve ona sinirli ve heyecanlı bir şekilde, bisikletini çalanlar yakalandıklarında onları bir güzel pataklamak istediğini söyler. Polis, bu çocuğa hırsızları yakaladıklarında onları pataklamak istiyorsa, öncesinde dövüşmeyi öğrenmesi gerektiğini söyler.
Bu öğüt üzerine küçük çocuk Martin’in spor salonuna yazılır ve boks yapmaya başlar. Hırsızların yakalanacağı ve onları döveceği günü hayal ederek bütün boş zamanlarını boks eğitimine ayırır. Spor salonuna herkesten önce gelip herkesten sonra gitmeye başlar. Çünkü hırsızların yakalandığı zaman onları dövmeye kendisini hazır hissetmeli ve bunu başarmalıdır.
Günler böyle birbirini kovalarken, çocuk iyi bir boksör olmayı kafaya koyar. Ancak spor salonunda ani ve sert yumruk atan Willy Moran isminde bir başka çocuk vardır. Bu arada bizimki, polis Martin’e bir mobilet almak istediğini söyler ve bu mobiletin hayaliyle ringe çıkar. Ringe çıktığında mobiletin hangi renk olacağını, sanki kırmızı olursa daha iyi olacağını düşünürken birden suratına ani bir yumruk yer ve yere yığılır. Kendi ifadesiyle “Gözlerim karardı. Nakavt olmuştum. Uyandığımda söylediğim ilk şey ‘Bana vurduğunda mobilet hangi yöne gidiyordu’ oldu. Dikkatini vermenin önemini işte o zaman öğrendim” der. Evet bu sözleri söyleyen tüm zamanların en iyi boksörü olarak kabul edilen Cassius Marcellus Clay yani Muhammed Ali’den başkası değildir.
Eğer Muhammed Ali, Columbia Oditoryumundaki Lousville Home Show’a gidip Kara Pazar’a katılmamış ve şansı yaver gidip (!) bisikleti çalınmamış olsaydı belki de bugün bir dünya şampiyonu olamayabilirdi. Keza boksa başladığı halde nakavt olup kendisini yere seren ve başarısızlığa uğratan o yumruk da dikkatin önemini kavrayıp, dünya şampiyonluğuna gidişinde önemli bir hamledir.
Bir de Christy Brown var. Kendi hikayesini anlatırken, “Yalnızdım. Kendi dünyama hapsolmuştum, diğerleri ile iletişim kuramıyordum. Varlığımı onların varlığından ayıran, beni onların hayatları ve faaliyetleri dışında tutan camdan bir duvar vardı sanki” diyor o da. Öyle herhangi bir hikâye değil onun hikâyesi de. Doğuştan beyin felci olan ve beş yaşına geldiği halde herhangi bir zekâ belirtisi göstermediği için bedensel engelinin yanı sıra doktorlar da dahil herkesin zihinsel engelli olduğuna inanılan bir çocuğun hikayesi. Öyle ki, yaşayan on üç kardeşin içinde “farklı” olduğuna inanan ve zaman zaman hiç normale dönemeyeceği, homurtulu bir ses çıkarmanın haricinde hiçbir zaman konuşamayacağı ve derdini anlatamayacağına inanıyordu kendisi bile. Tabii annesi hariç. Annesi inanmıyordu onun zihinsel engelli olduğuna ama ispat edecek bir delili de yoktu. Çaresizdi.
Ta ki bir gün kardeşlerinden birinin tebeşirini sol ayak parmaklarına alıp bir şeyler karalayana kadar. İçinde biriken acıları, anlatamadığı ve akranları gibi davranamadığı için içinde günden güne biriken kırgınlıkları, isyanları vardı. Kendisine zihinsel engelli muamelesi yapıldığının da farkında olduğu için daha da katlanıyordu kendini ifade edememe acısı. Biriken isyanlarıyla kavradı tebeşiri ve bir şeyler çizebildi ayak parmaklarıyla. Mutfakta yemek yapan annesi elindeki işi bıraktı ve onu izlemeye başladılar hep birlikte. Annesi o an boşuna umut beslemediğini anladı. İşte bu bir ispattı. Bilimi yanıltan bir ispattı. Bu olay için de yıllar sonra “Ayak parmaklarımın arasında tuttuğum bir parça kırık tebeşirle yere çizdiğim o bir harf (A harfi) benim için yeni bir dünyaya giden yol, zihinsel özgürlüğümün anahtarıydı” diyecekti kendisi.
Annesi çocuğundaki azmi görünce diğer kardeşlerinin defterlerinden yapraklar kopararak ve eline kurşun kalemler sıkıştırarak önce “A” harfini, sonra da bütün alfabeyi öğretti çocuğuna. Ona göre “alfabeyi bilmek savaşı kazanmanın yarısıydı.” Çünkü dışarıya karşı bir iletişim aracı geliştiriyordu artık. Alfabeyle yeni sözcükler, cümleler derken farklı bir güzergaha evrilecekti yolu. Sol ayağı ise bu yolda en büyük yardımcısı, en büyük dostu olacaktı. Oluyordu da. Onu temel iletişim aracı olarak görüyor, her geçen gün daha sıkı bağlanıyordu. Kendi ifadesiyle bulunduğu hapishanenin kapısının tek anahtarıydı o.
Artık tebeşir yerine kurşun kalem kullanıyordu. Her zamanki gibi mutfakta olan annesi, çocuğunun homurdanarak çıkardığı sese koşunca gördü son olanları. Yeni bir şeyler karaladığını anlamıştı. Koşarak geldi ve oğlunun kalemle “Anne” yazdığını gördü. Şaşırdı, şok oldu. Bir o kadar da mutluydu tabii. Duygularını gizleyemedi. Güvenini gösterdi evladına her zamanki gibi. İçinden ‘anne’ yazmak gelmişti. Çünkü ona inanan bir tek annesiydi. Hissediyordu bunu.
Aradan aylar, yıllar geçiyordu. O ise yeni kelimeler, cümleler derken gazetelerden öyküleri koparıp sol ayağıyla kağıtlara kopya ediyor, pratik yapıyordu. Yazmak iyi geliyordu. Ama zaman içerisinde sıkıldı ve kopya işlemini kendini ifade etmek için yeterli bulmadı. İçindeki isyanı bastırmanın başka yollarını arıyordu ki bir gün kardeşlerinden birine alınan boyalar dikkatini çekti. Bu defa boya fırçasını aldı yine sol ayak parmaklarının arasına. Sürekli dış dünyayla yeni iletişim yolları deniyordu bu asi çocuk. Kendini ifade etmek için her şeyi yetersiz buluyordu ve bu yüzden çok asabiydi. Fakat resim yapmak ona çok iyi gelmişti. Resim yaptıkça sakinleşiyor, yine kendi ifadesiyle ‘saldırgan’ olmuyordu. Sürekli ama sürekli resim yapıyordu. Tek tutkusu olmuştu adeta ve bir gün katıldığı resim yarışmasını kazanmış, haberlere konu olmuştu. “Resim yapmak benim için her şey demekti. Bu sayede kendimi birçok açıdan ifade etmeyi öğrenmiştim” diyordu bu konuda. Ama zamanla resim de tatmin etmez olmuştu onu. Anlatabilmek, konuşabilmek istiyordu. “Çarpık ağzım, yamuk ellerim ve işe yaramaz bedenim yüzünden bütün dünyaya kırgındım” cümlelerinden anlaşılıyor bu. Artık hikâyeler yazmaya başlamıştı. Kendi özgün hikâyelerini. Karakterleri, yerleri, olay örgüleriyle her şeyi kendi hayal gücüne, kendi dünyasına ait hikâyeler. İçsel savaşı, hikâyelerine de yansıyordu elbette. “Çok kanlıydı” dediği hikâyelerinde karakterleri öldürmekle kalmıyor, en şiddetli ölümleri reva görüyor, ölüleri parçalara bile ayırıyor, kalan parçaları da etrafa dağıtıyordu. Böylece hayatının daha az sıkıcı olacağını düşünüyordu.
Sonra bir gün evlerine gelen bir doktor iyileşip iyileşemeyeceğini yani umut olup olmadığını anlamak için onu Londra’ya gönderdi. Sonuç güzel geldi. Kendisi isterse iyileşebilirdi ve zihninde oluşturduğu o kâbus dolu günlerinden kurtulabilirdi. Bir dönüm noktasındaydı. Kararı da kurtulmak yönünde oldu zaten. “Tamam” dedi. Ama kurtulması için mühim bir tercih yapması gerekiyordu. Tek dostundan, tek iletişim aracı ve dış dünyaya açılan tek penceresini kapatması gerektiğini söylüyordu doktor. Sol ayağından vazgeçmesinden. İnanması güçtü onun için. Karşısında doktor, “Hiçbir şey yapmadan iyileşmen imkânsız. Artık sol ayağını asla kullanmayacaksın” diyordu. Ama sol ayağı haricindeki hiçbir yerini anlamlı bulmuyordu ki o. “Geri kalanım anlamsız ve değersizdi. Sol ayağım bütün vücudumun çalışan tek yeriydi” diyordu. Onsuz yitik, güçsüz ve sessiz kalacağını düşünüyordu. Ama doktor kararlıydı, “Bunları yapmazsan hiçbir şekilde normal bir yaşam süremezsin” diyordu. Çünkü sol ayağını kullanırken bedeninin diğer kısımlarında baskı oluştuğunu ve sakat kasların daha da kötüleştiğini söylüyordu doktor. Kazanmak istiyorsa sahip olduğu her şeyi yani sol ayağını ortaya koymalıydı çaresi yoktu. Bu bir savaştı onun için. Ve bu savaşı mutlaka kazanacak, içindeki öfkeyi dindirecekti.
Klinikteki tedavilere başlamıştı ama çok zorlanıyordu. Bazı şeyler dile kolaydı fakat uygulamak o kadar kolay değildi. Zaman zaman özlüyordu eski dostunu yani sol ayağını. Çok ihtiyaç duyuyordu ancak kullanmaması gerektiğini de biliyordu. İçindeki fırtınayı dindirmek için platonik olarak sevdiği kızla mektuplaşmaya başladı. Yazmak iyi geliyordu. Tedavisi de iyi gidiyordu. Nefes kullanmasını bile öğreniyordu homurdanmamak ve konuşabilmek için. Diğer egzersizleri de gayet iyi sonuçlar veriyordu.
Günden güne yaptıkları şeylerden tatminkâr olmayınca kendi hikayesini yazmaya karar verdi. Ne de olsa zihinsel engelli olarak daha ilk başta etiketlenen ve annesinin inancı olmasa belki de hiçbir şey yapamayacak, konuşamayacak bir insandı. Hatta herkes onu zihinsel engelli zannedecekti. Kendisi bunun aksini söylemek isteyecek ama söyleyemeyecekti. Düşünmesi bile ne büyük bir acıydı. Bunun için bütün bunları yaşamış bir insan olarak içindekileri dışa vuracak ve kendi hikayesini yazacaktı. Bu onun için farklı bir deneyimdir. Bir gelişimdi. Bir ispattı. Kitabın ismini bile hazırlamıştı. “Bir zihinsel engellinin anıları” yazacaktı kitabın kapağında. Böyle bir ironi yaparak kendisinin zihninden şüphe eden doktorlara da okkalı bir tokat atmış olacaktı haliyle.
Kendisiyle ilgili epeyce yazı yazdırmıştı kardeşine. Kendisi söylemiş o da yazmıştı. Ancak kitabın iyi gidip gitmediğini birine sorması gerekiyordu. Aklına kendisini Londra’ya tedaviye gönderen doktoru gelmişti. Aradı ve bir kitap çalışması olduğunu söyledi. Doktor epeyce okudu yazılanları. Beğendi ancak yeterli bulmadı. Ona başta edebiyat olmak üzere geometriye kadar ders aldırttı. Artık hem bedeni hem de zihinsel dünyası değişiyor, iyileşiyordu. Doktoru ona beğendiği yazarların kitaplarından verdi. Edebi yönden nerede olduğunu görmesi ve kendisini sorgulaması için bir yöntemdi bu. Etkili de oldu. Üçüncü denemede artık başarmıştı. O artık kendi hikâyesini yazan bir yazardı. Çünkü ona göre konuşamamak ve anlatamamak en büyük engeldi. Çünkü insanın konuşamazsa kaybolacağını düşünüyordu. Dolayısıyla yazmak da konuşmanın bir yöntemiydi. Fakat tedavinin sonunda zaten artık konuşabiliyordu.
O artık engelli değil engelleri aşmış, zincirlerini kırmış bir insandı. Konuşabilen, derdini anlatabilen bir ressam ve kendi hikâyesinin mimarıydı. O artık “Sol Ayağım” kitabının yazarı, aynı isimli filmin de baş kahramanıydı. Ve o bütün bunları “her şeyim” dediği sol ayağından vazgeçerek başardı. Şayet ondan vazgeçmeseydi, belki de hayatı boyunca hiçbir şeyi elde edemeyecekti. Demek ki bazen, her şeye ulaşmak için her şeyinden vazgeçmek gerekiyormuş.
Şimdi Kahramanmaraşlılar olarak biz de Muhammed Ali gibi nakavt olduk ey halkım! 6 Şubat depreminde memleket olarak hatta ülke olarak yere serildik. Ve yine Muhammed Ali gibi bisikletimiz yani eşyalarımız çalındı. Nakavt oluşumuzu fırsat bilen ahlaktan yoksun birçok fırsatçı tarafından yağmalandık. Enkaz altında kalan canlarımızı kurtarmaya koşmak yerine, eşya çalma derdinde olanlar yağmaladı kentimizi. Ve Christy Brown gibi uzuvlarımızı yitirdik. Sadece sol ayağımızı da değil üstelik, binlerce canımızı bıraktık binlerce enkazın altında. Kopan parçalarımız, uzuvlarımız saçalandı etrafa.
Ama şimdi Muhammed Ali gibi yaşadığın bütün zorluklara okkalı bir yumruk atma, bir kahraman gibi ayağa kalkma, küheylanmışçasına şahlanma vakti ey memleketim!
Ve Christy Brown gibi eksiklerine, noksanlarına, kayıplarına rağmen 6 Şubat’ı kendisiyle toplama, çoğalma ve tıpkı yıllar öncesindeki 12 Şubat’ta olduğu gibi yeni kahramanlıklar yazma vakti.
6 Şubat’ta altında kaldığın enkazın küllerinden 12 Şubat heyecanıyla yeniden doğma ve kopan hayat ipini birbirine düğümleme vakti. Çünkü bir ipin en sağlam yeri, en zayıf yerine atılan düğümdür!
Haydi Kahramanmaraş! Gel sen şimdi 6 Şubat’ı düğümle 12 Şubat’a.
Ayağa kalk, düğümünü at ve bir küheylan gibi şahlanmaya devam et. Ne diyordu senin bağrından kopan büyük şair Necip Fazıl:
Hey gidi küheylan, koşmana bak sen!
Çatlarsan, doğuran kısrak utansın!
Ölümden ilerde varış dediğin
Geride ne varsa bırak utansın!
YORUMLAR