Bir hafta sonra 4. Levent’teki bir kafede görüşecektik onunla. “Orası nezih bir mekân. Biz arkadaşlarla haftada birkaç kez orada buluşuyoruz. Birbirimize ilham olduğumuz yer, mekânımızdır orası” dedi. Eğer planında herhangi bir değişiklik olursa haber vereceğini de söylemeden geçmedi tabii.
Randevu gününden bir gün önce aradım onu. Planda bir değişiklik olup olmadığını sordum. O da değişiklik olmadığını ve önceki bahsettiği kafeye gelebileceğimi söyledi. Sevinçten elim ayağıma dolaşmıştı. Sanki İstanbul’un bütün martıları bizim penceremizin pervazına üşüşmüştü de, içimde uçuşan kelebeklerle konuşmak istiyorlardı. O kadar ki içim içime sığmaz vaziyetteydi.
Ertesi gün heyecanla Üsküdar vapur iskelesine geldim. İstanbul’un meşhur trafiğinde randevu saatine geç kalmamak için saatler öncesinden çıkmıştım evden. Geç kalıp mahcup olmak istemiyordum. Zira önce Beşiktaş’a, ardından 4. Levent’e geçecektim. Boğazın masmavi dinginliği bile heyecanımı yatıştırmaya yetmiyordu. Vapurun parmaklıklarından sıkı sıkı tuttuğumu, ellerim sızlayıncaya kadar anlamamıştım. Simit peşinde koşan birkaç martıyla göz göze gelmiş, “Acaba içlerinde bizim pencereye konan var mıdır?” diye düşünmüştüm. Belki biraz saçma ama insan bazen saçmalamayı da istiyor nedense.
Bu arada Beşiktaş’a gelmiştik. Tarif edilen otobüse bindim ve her geçen dakika gideceğim mekâna biraz daha yaklaşıyordum. Pencere kenarı bir koltuğa oturup, bilmediğim bir kentin bilmediğim caddelerinde dolaşıyordum. Çok efsunlu bir duyguydu. Pencereden yabancısı olduğum bir kenti seyre dalmışken birden inmem gerektiğini fark ettim. Zaman o kadar hızlı geçiyordu ki, anlam veremiyordum.
İndiğimde gözlerim ilk olarak gideceğim kafeyi aradı. Ancak epeyce aradıktan sonra bulabildim. İçerde ve dışarda masalar vardı. Dışardakilerden birine oturdum. Oturur oturmaz görevlilerden biri yaklaştı ve “Bir şey ister misiniz?” diye sordu. Bir mekânda beklediğim kişi gelmeden bir şey yemek ya da içmek huyum değildi. “Misafirim gelecek. Onu bekliyorum. Gelince söyleyelim” dememe kalmadı, görevli söylenmeye başladı. Yüksek sesle ve aşağılayıcı bir tavırla, “Hep de öyle olur zaten. Gelip zaman doldururlar” deyip söylene söylene kasaya gitti. Giderken de o kadar çok söylendi ki, birçoğunu uzaklaştığı için anlayamadım. Ama bana hissettirdiği “Birazdan gelip beni dışarı atarlar” duygusunu asla unutmadım. Ben misafirim geldiğinde ondan önce bir şey içmiş olmaktan utandığım için onu bekliyordum. Ama görevli beni çoktan utandırmıştı bile.
Aradan tam bir saat geçmişti. O süre içinde görevli bir daha yanıma gelip de, “Bir şey ister misiniz?” diye sormadı. Neyse ki bir saatin sonunda misafirim gelmişti. Kapıdan girerken etrafına bakındı ve oturduğum masaya doğru yaklaştı. “Şu masaya geçelim” dedi ve daha büyük bir masaya oturttu beni. Kasadan da birilerini çağırdı. Masamıza gelen görevliye ismiyle hitap ediyor, samimi davranıyordu. Tanıdığı belliydi. “Narin hanım misafirimdir. Ne arzu edersiniz Narin hanım? Yabancı yer değildir rahat olun lütfen” dedi. Hiçbir şey istemedim. Bir saat önce yaşadığım şoku hâlâ atabilmiş değildim çünkü. Ama o, kafede çıkan bütün güzel ürünleri neredeyse tek tek sayarak görevliden masaya getirmesini rica etti. Masamıza gelen görevli ise bana çalım atan ve neredeyse beni kafeden atacağını düşündüğüm kişiydi. Başını yere eğmiş, bir yandan tedirginlikle ellerini ovuşturuyor, diğer yandan da adeta gözleriyle benden özür diliyordu. Çünkü beklediğim misafir Türkiye’nin en ünlü sanatçılarından biriydi…
Ona anlatmamıştım tabii olanları… Çünkü her şeyin bir sırası vardı… Utanmanın bile…
YORUMLAR