Bir gün Mimar Sinan’ın eserlerini yapan işçilerden bazıları hafif öfkeli şekilde Sinan’ın yanına gelir ve “Eserleri yapan, inşaatlarda çalışan biz olduğumuz halde neden yaptıklarımıza Mimar Sinan’ın eseri deniyor?” diyerek duruma itiraz eder. Mimar Sinan bu itiraz üzerine işçilerden birinden, iki yumurta getirmesini ister. İşçi yumurtaları getirmek için gider ve bir müddet sonra elinde iki yumurtayla gelir. Sinan, itirazcı işçilere dönerek “Sizden bu yumurtaları üst üste koymanızı istiyorum” der. İşçiler evirir, çevirir ama yumurtaları üst üste durdurmayı başaramaz. Sinan yeniden “Var mı yumurtaları üst üste koyabilecek olan” diye sorar. Ancak işçilerden hiçbiri yumurtaları üst üste durduramaz. Sinan bu durum üzerine yumurtaları eline alır ve parmağındaki yüzüğü çıkarıp iki yumurtanın arasına yerleştirir. Böylece iki yumurtanın üstü üste durmasını sağlayan Sinan, işçilere döner ve “İşte bu yüzden Sinan’ın eseri diyorlar” der.
Bu hikâyeyi yedinci sınıfta onun ağzından dinlemiştim. Asıl önemli olan şeyin düşünce ve fikir olduğunu anlatıyordu bize. Yıllar yılı aklımdan çıkmadı. Ne zaman, nerede büyük bir fikrin varlığına şahit olsam, aklıma hocamın anlattığı bu hikâye geldi. Belki de o gün sevmiştim onu. Belki de daha sonra. Belki Türkçe’yi sevdirişini sevmiştim, belki de hayatın kilit noktalarına dair verdiği şifrelerle hayatın anlamını çözebilmeyi. Bilemiyorum. Ama sevmiştim işte. Çünkü o benim, benimle birlikte bütün sınıfın hatta bütün okulun hayatına ismi gibi kutlu, ismi gibi uğurlu bir ay gibi doğan Kutluay (Erdoğan) hocamdı.
Okul kapısından içeri girişini dört gözle beklerdik. Dersine girsin ya da girmesin okulun bütün öğrencileri başına üşüşürdü. Kendini sevdirmişti herkese. Zaten onu sevmemek mümkün de değildi. Tabii ben de sevmiştim. O kadar sevmiştim ki, Türkçe’den başka ders yokmuş gibiydi öğrencilik hayatımda. Türkçe benim favori dersim, ben de hocanın favori öğrencisi olmuştum. Sınıfta Türkçe dersinden en yüksek notu alan öğrenci ben olmalıydım. Öyle de oluyordu. Başarının sihirli anahtarının “sevgi” olduğunu o zaman anlamıştım. Hocamla aramızda sevgiden örülmüş öyle bir bağ vardı ki, kolay kolay çözülemezdi.
Bir gün tayininin çıktığını ve gitmesi gerektiğini öğrendim. Gideceği için bütün okul tarafından veda partisi düzenlenmişti ama bu bir veda partisi değildi aslında. Bir yastı. Sadece yas olduğunu kabullenmemek için parti kılıfıyla süslenmişti. Biliyorduk. Ayrılmak istemiyorduk çünkü. Öğrencileri teker teker yolunu kesip “Gitmeyin hocam” diyordu ona. Bir ben “Gitmeyin hocam” diyememiştim. Allah’a gece gündüz gitmemesi için yalvarırken ve bir mucize olmasını dilerken üstelik.
Veda partisi bittikten sonra Kutluay hocam herkesle okulun bahçesinde fotoğraf çektirdi. Ardından sınıfları dolaştı ve vedalaşmak için bizim sınıfa geldi. Kapıdan girdi, herkesle vedalaştı. Sonra da eline tebeşiri alıp tahtaya bir Ankara adresi ve telefon numarası yazdı. Yolu Ankara’ya düşen herkesi mutlaka beklediğini söyledi ve çıktı. O çıktıktan sonra ayakta duramayıp sıraya boş bir çuval gibi yığıldığımı nasıl unutabilirim? Gözlerim bahçesindeki arabasındaydı. Hocamı bir defa fazla görmek için gözlerimi arabasına dikmiştim. Birkaç dakika sonra arabasına yaklaştı ve her zamanki, kendine has tavrıyla bindi ve gitti. Ve bu kare hafızamdan hiç silinmedi.
Aradan birkaç gün geçtikten sonra sınıftan bir arkadaşımız, yanında Kutluay hocanın en samimi arkadaşlarından biri olan başka bir edebiyat hocası ile elinde paketle sınıfa girdi. Pakette veda günü çektirdiğimiz fotoğraflar varmış. Hoca, fotoğrafları ücreti karşılığında sahiplerine vermesini istedi görevlendirdiği öğrenciden. Tabii bazılarımızın parası yoktu yanında. Çünkü fotoğrafın o gün teslim edileceği söylenmemişti bize. Hazırlıksız yakalanmıştık. Hoca, “Fotoğrafın parasını vermeyenlerin fotoğraflarını yırt önlerine koy” talimatını verdi görevli öğrenciye. Kanımız donmuştu. Hoca, paranın ertesi gün bile teslim edilmesini kabul etmedi ve ücret veremeyenlerin fotoğraflarını yırttırıp, sıralarının üstüne koydurttu. Fotoğrafı yırtılanlardan biri de bendim. Sanki etimi parçalara ayırmışlardı o an. Öyle canım yanmıştı. Bununla da kalmadı. Yırttıktan sonra çöpe atmasını emretti. “Ben atarım” deyip aldım ikiye ayrılmış yırtık fotoğrafı. Eve gelince yapıştırıp yıllar yılı sakladım o tek kareyi.
Bu arada aylar geçmişti ama elim bir türlü varmamıştı tahtada yazan telefon numarasını çevirmeye. Hocamı arayamamıştım. O zamanlar cep telefonu yaygın değildi. Ev telefonu kullanılıyordu. Kaç defa telefonun başına varıp da tuşlamadan kalktığımı hatırlamıyorum bile. Belki de onu tekrar yanımızda hissetmekten ama olmadığı için yeniden bir boşluğa düşmekten korkuyordum. Bilemiyorum. Ancak arayamıyordum. Aradan kaç yıl geçti saymadım. Yıllar sonra çevirebildim telefonu. Annesi açtı ve Kutluay hocamın Fransa’da olduğunu söyledi. Birkaç yıldır orada hocalık yaptığını, geldiği zaman mutlaka bana haber verebileceğini ifade etti. Ve hakikaten aylar sonra Türkiye’ye geldiğinde haber verildi bana ve telefonla görüşebildik hocamla. Seneler sonra ilk defa sesini duymuştum. Bu inanılmaz bir şeydi. İnanamamıştım da zaten.
Heyecanla neler yaptığımı, hangi işle meşgul olduğumu, sınıftan görüştüğüm arkadaşlarımı, hocalarımı ve Kahramanmaraş’ı sordu. “Çok özledim” dedi. Ve birlikte çekilmiş fotoğrafımız olup olmadığını sordu. Tabii ki vardı. Elimde kendisiyle çekilmiş olduğumuz, çöpe gitmekten son anda kurtardığım yırtık bir fotoğraf karesi vardı elbette. Ama ona, “Hocam hayrola. Beni tanımadınız da fotoğraftan mı kim olduğumu çıkarmaya çalışacaksınız yoksa?” diye takılmıştım. O da “Seni unutmadım ki Narin” demişti. Bu cümlesi üzerine gönderdim. Fotoğrafı gördüğünde “Hey gidi günler” demiş ve çok beğenmişti. Üstüne söylediği tek söz ise “Beni her zaman böyle hatırla” olmuştu.
Kahramanmaraş’ta çok fazla tanıdığı, çok fazla seveni olduğu için gelmesinin herkesi sevindireceğini söylüyordum her fırsatta. Gelmeyi çok istediğini söylüyor ama bir türlü de gelmiyordu. Ben sürekli gelmediğini ona hatırlatıp “Özledik hocam” dediğimde Ankara’ya davet ediyordu beni. Ben onu Kahramanmaraş’a, o da beni Ankara’ya davet edip duruyordu. Bu kısır döngü birkaç yıl böyle devam etti. Ben Ankara’ya gitmedim. O da Kahramanmaraş’a gelmedi.
Yine bir gün aradığımda sesi oldukça yorgun ve hâlsiz geliyordu. Merak etmemek, endişelenmemek elde değildi. Çok korkmuştum. “Bir şey yok” diyordu ama inanmıyordum. Bir zaman sonra Ankara’ya gitmek istedim. “Hocam sizi görmek istiyorum. Yıllar oldu çok özledim” dedim. Kibarca reddetti. Çok şaşırmıştım. Yıllarca ısrarla davet eden kişi o değildi sanki. “O halde siz gelin” dedim ama işlerinin olduğunu, ilk fırsatta geleceğini söylemişti. İçim rahatlamıştı. Ve bu durum aylarca sürdü.
Artık ben aramazsam aramıyor, sormazsam sormuyordu. Sanki Kutluay hocam gitmiş yerine bambaşka bir insan gelmişti. Değiştiğini düşünüyordum. Zaten hangi insan değişmiyordu ki? “İnsan değil mi? Herkes değişiyor. En sevdiklerin bile” diyordum içimden. Biraz kırgın, biraz da üzgün. Sonunda kendimi yenemeyip, onunla aynı okulda çalışmış bir başka edebiyat hocasına yani fotoğrafı yırttırıp sıramızın üstüne koyduran o kişiye sordum bilgisi vardır diye. Evet bilgisi varmış ama Kutluay hocamın çok hasta olduğunu söyledi. Bana hiçbir şey söylememişti oysa hocam. Hiçbir şeyden haberim yoktu. Kendisi zaten aramıyordu. Ben aradığımda da telefonlarıma bakması seyrekleşmişti.
Telefonumu açtığı bir gün yine yanına gelmek istediğimi söyledim. Fakat yine reddetmişti. Ben ısrar ediyordum, o sürekli reddediyordu. Birden hiç beklemediğim şekilde üslubunu sertleştirdi. “Hayır diyorum. Gelmeni istemiyorum. Beni bu şekilde görmeni istemiyorum. Beni o fotoğraftaki halimle hatırlamanı istiyorum” dedi ve daha fazla konuşamaya takati olmadığını söyledi. “Beden nedir ki hocam? Biz sizin ruhunuzu seviyoruz. Ne olur müsaade edin geleyim” desem de ikna edememiştim onu.
Artık telefonlarıma bakmamasına alışmıştım. Her gün aramış olsam bile aylarca telefonuna bakmadığı oluyordu. Yine son dönemlerde de aylarca telefonuma bakmamıştı. Arıyordum, arıyordum ama nafile. Açmıyordu telefonlarımı. Ta ki bir ‘24 Kasım Öğretmenler Günü’ne kadar. Rahatsız etmemek için aramamıştım bu kez. Zaten açmıyordu da. Mesaj atarak kutlamıştım öğretmenler gününü. Unutmadığımı bilmesi yeterliydi. Mesajı gönderdim. Yaklaşık üç saat sonra Kutluay hocamdan cevap geldi. Telefonumun ekranında ismini görünce sevinçten aklım yerinden çıktı zannettim o an. Mesajı hemen açıp okumak istemedim. Çünkü alelade bir zaman dilimindeydim. Daha münasip bir zamanda açmak, satır satır, hece hece sindirerek okumak istiyordum mesajı. Zira epey zaman sonra hocamla iletişim kurabilmiştim.
Yaklaşık yarım saat sonra mesajı açmaya hazırdım. Hocamdan gelen güzel sözleri okumak için sabırsızlanarak okumaya başladım. Mesaj eşindendi. Hocamı bir yıl önce kaybettiklerini haber veriyordu bana. Telefonunu kapatmamışlar, kapatamamışlar. Ara sıra telefonu açıp baktıklarını yazmıştı. O an sanki dünya başıma yıkılmış da enkazın altında kalmıştım. Nefes alamıyordum. Bu mesajı okurken nasıl bir ruh haline girdiğimi, canımdan nasıl bir can yitip gittiğini, yaşarken nasıl da ölündüğünü nasıl anlatabilirim bilemiyorum. O günden sonra hep bir yanım eksik kaldı. Yarım ve kırık dökük. Meğer göremesen de, sesini duyamasan da sadece varlığıyla bile hayatına anlam katan insanlar olurmuş.
Keşke ilk çağırdığında gitseydim Ankara’ya ve dünya gözüyle bir kez daha görüp, o güzel ellerinden öpseydim doya doya.
Sen bir Türkçe öğretmenisin Kutluay hocam! Söyle bana. Söyle hangi şiir, hangi mısra getirir şimdi seni bana? Türkçe’nin hangi edebi türüyle haykırabilirim bu çaresizliği, bu pişmanlığı, bu geç kalınmışlığı? Hangi sözcüklerle anlatabilirim içime çöreklenmiş bu sancıyı? Bir candan nasıl başka bir canın kopup gittiğini, toprağa düştüğünü, yaşarken nasıl da can verildiğini söyle nasıl anlatabilirim?
Ve açtığın o boşluğu hangi kelimelerle doldurabilir, seni hangi sözcüklerle anlatabilirim hocam?
YORUMLAR