“Sakın umutsuzluk semtine uğrama/ Çünkü bir yığın umut var/ Kendini karanlıklara terk etme/ Zirâ nice güneşler var” diyen Mevlâna misalidir ki; bazı şairler acının, ızdırabın bin bir türlüsüyle sınansa da etrafına umut savurmaktan bir lahza olsun vazgeçmezler. Vazgeçemezler. Ellerinde değildir bu. Mizaçları, karakterleri izin vermez buna. İçin için yanıp kavrulsalar, karanlıklar içinde kalakalsalar da yüzlerini güneşe, aydınlığa dönmekten ve şiirlerinin şavkıyla bunu etraflarına yaymaktan usanmazlar. Vazifedir bu onlar için. Bir aşk vazifesi, bir vatan vazifesi… Adını ne koyarsanız?...
Etrafını ümit ışığıyla aydınlatmayı kendisine vazife edinmiş hatta bunu bir vatan vazifesi olarak addetmiş şairlerin zirvesidir demekten asla çekinmem Mehmet Akif Ersoy için. Zira bir vatan evladının ümitsizliğe düşmesinden ödü kopan ve mısralarında “Ye’s öyle bataktır ki, düşersen boğulursun/ Ümide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun” diye haykıran bir şairdir o. Çünkü ona göre ümidi temin eden şey imandır ve ye’se (ümitsizliğe) düşmenin tehlikesinden bu yüzden çok korkar. Üstelik kendisi için de değil. Vatan evlatlarının bu tuzağa düşmesinden çekinir ve “Ye’se hiç düşmeyecek zerrece imanı olan” der.
Geleceği karanlık görmek en büyük karanlık ona göre. Umutsuzluk, içinden asla çıkılamayacak olan bir kör kuyu ve ölüme terk edilmişlik… Tıpkı kendisinin de (Akif’in), “Atiyi karanlık görerek azmi bırakmak/ Alçak bir ölüm varsa, eminim budur ancak/ Dünyada inanmam hani görsem de gözümle/ İmanı olan kimse gebermez bu ölümle” dizelerinde bahsettiği gibi.
Adeta keskin bir bıçak ye’se karşı o. Çok sert, çok keskin tavırlı. “His yok, hareket yok, acı yok; leş mi kesildin” diyor ve devam ediyor, “Hayret veriyorsun bana, sen böyle değildin/ Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz/ Kendin mi yoksa senin ümidin mi yüreksiz/ Âtiyi karanlık görüvermekle apıştın/ Esbabı elinden atarak ye’se yapıştın.”
Sadece ülkenin gençlerine de çağrıda bulunmuyor üstelik. Özellikle ebeveynleri koyuyor hedef tahtasına. Çünkü her türlü mayanın aileden bulaştığının ve suya atılan bir taşın giderek büyüyen bir halka oluşturması gibi ebeveynlerin de evlatlarına, onların da ülke geleceğine etki ettiğini haykırıyor şiirlerinde. Ve kalemini eline alarak koyu koyu altını çiziyor. “Hüsrana rıza verme! Çalış, azmi bırakma/ Kendin yanacaksan bile evladını yakma” diyerek kendi hayatından örnek veriyor ve şöyle konuşuyor:
“Acaba biz Müslümanlar niçin bu hâle düştük? Bunun illetini ben şöyle görüyorum: Doğduğumuz günden itibaren babalarımız, analarımız, hocalarımız, siyasilerimiz, ediplerimiz, şairlerimiz, muharrirlerimiz bize istikbal için ümit verecek bir şey söylemediler. Ben çocukluğumdan beri ‘Biz yaşayamayız. Avrupalılar terakki eylemiş. Siz çok fena günler göreceksiniz!’ nakaratından başka bir şey işitmedim. ‘Çocuklar siz geceli gündüzlü çalışınız ki memleket kurtulsun’ diye bizleri sa’ye, mücahedeye sevk edecekleri yerde rast gelen adam ruhlarımıza, kalplerimize yeis mayası aşıladı… Makus telkinleri sinirlerimizi uyuşturdu. Onun için ileri gidemedik. Hâlâ o yeis ruhlarımızda hükümrandır.”
Ümit şairi, yeis düşmanı bir milli şair olarak Akif’in, “Umut” konusunda zirve yaptığı en önemli şiiridir İstiklal Marşı. “En önemli” diyorum, zira umudu milliliğe bir nakkaş gibi işleyen, mısralara satır satır dokuyan bir şairin en önemli şiiridir bana göre işlediği kumaş, yani yazdığı marş. Bunun nasıl ümitvâr duyguların şahlanışında yazıldığını kendisi de bizzat şöyle dile getiriyor zaten, “ ‘Doğacaktır sana vaat ettiği günler Hakk’ın!’ Bu, ümitle yazılır, imanla yazılır. O zamanı düşünün… İmanım olmasa yazabilir miydim? Zaten ben başka türlü düşünüp, başka türlü yazanlardan değilim; bu elimden gelmez. İçimde ne varsa, bütün duygularım yazılarımdadır.”
Mehmet Akif bu sözleri, marşı yazdığı dönemlerde oldukça maddi zorluk çekerken söylüyor üstelik. Maddi sıkıntılar çekmesine rağmen şiir karşılığında vaat edilen 500 liralık mükafatı da reddediyor. Anlatılan odur ki, Mehmet Akif çok soğuk günlerde paltosu olmadığı için arkadaşı baytar Şefik beyin paltosunu alır. Bir gün Şefik bey Akif’e, ödülü reddetmemesi ve en azından üzerine giyecek bir palto almasını söyleyince, hiddetlenerek iki ay Şefik beyle konuşmaz.
Onun umudunun karşısında hiçbir bent duramamıştır. Kükremiş sel gibi bendini çiğneyip aşmış, hiçbir engeli umut yolunda engel olarak görmemiştir. Ümitvâr bir şiir olan İstiklal Marşı’nın yazılma ve meclis tarafından kabul edilmesi olayını ise Mithat Cemal Kuntay şöyle aktarıyor:
“Marş için maarif vekaleti müsabaka açtı. Fakat 724 şairin girdiği yarışa, kazanacak olan şair tuhaf bir sebeple henüz girmiyordu. Çünkü kazanana para vereceklerdi. Akif, ‘Nasıl girerdi, memleketin kurtulacağını parayla mı söyleyecekti?’… Maarif Vekili Hamdullah Suphi’ye göre marşı Akif yazdı. Yalnız ikramiyeli bir işe Akif’in girmeyeceğini biliyordu ve onun ikramiyeyi almamasını temin etti:
“Pek aziz ve muhterem efendim!
İstiklal Marşı için açılan müsabakaya iştirak buyurmamalarındaki sebebin izalesi için pek çok tedbir vardır. Zat-ı üstadanelerinin matlup şiiri vücuda getirmeleri maksadın husulü için son çare olarak kalmıştır. Asil endişenizin icap ettiği ne varsa hepsini yaparız. Memleketi bu müessir telkin ve tehyiç vasıtasından mahrum bırakmamanızı rica ve bu vesile ile en derin hürmet ve muhabbetimi arz ve tekrar eylerim efendim.” (Umur-u Maarif Vekili Hamdullah Suphi)
Verilen bu teminatlar üzerine yazılan şiir, TBMM’de yapılan oylama sonucu 12 Mart 1921 tarihinde İstiklal Marşı olarak kabul edilir.
Mehmet Akif’in hayatı boyunca fikri yalnızlık çekişini bir tarafa koyacak olursak son dönemlerinde hastalanan şairi resmi makamlar yine yapayalnız bırakır. Bırakın bir sanatkara, edebiyattan önce ‘edep’i ön plana alan bir şaire, üstelik milli bir şaire böylesi bir yalnızlığın reva görülmesi ülkemiz için büyük bir hezeyandır. Ülkenin milli şairinin cenazesine resmi makamların ilgisizliğini anlatacak kelime bulamıyorum dağarcığımda. Tabii bu hayatta herkesin kendine yakışanı yaptığının altını çizerek, Akif’in o vakur duruşundan söz edeceğim önemli bir nokta daha var…
Hastalığı döneminde ona, şiirlerinin yer aldığı “Safahat” kitabına İstiklal Marşı’nı neden almadığı sorulur. Soruya Akif’ten cevap yine keskin bir bıçak gibi gelir ve “O benim değil, memleketimindir” der. Şairin, kitapta şiirleri olması ve kendi şiiri olduğu halde İstiklal Marşı’nı o kitaba (Safahat’a) almaması karşısında saygıyla eğilirken, son sözü yine Mehmet Akif Ersoy’un ümitsizliğe ve miskinliğe okkalı bir tokat çarpan şu dizelerine bırakmak istiyorum:
“Bırakın matemi yahu! Bırakın feryadı
Ağlamak faide verseydi babam kalkardı
Gözyaşından ne çıkarmış, niye ter dökmediniz?”
YORUMLAR