Adamın biri bir kadına aşık olur. O kadar çok sever ki, şiirler yazar onun için. Ancak kadın, adamın aşkına karşılık vermez. Ve bir gün gidip başkasıyla evlenir. Ancak kadın evlenmiş olsa da, adam kadını unutamaz ve şiirler yazmaya devam eder. Tabii yazdığı şiirleri kadına veriyor değildir. Kendisi biriktirir. O kadar çok şiir yazar ki sevdasından, günün birinde ünlü bir şair olur ve ülkenin birçok yerinde şiir dinletileri yapmaya başlar.
Bir gün sevdiği kadının yaşadığı kente düşer yolu. Orada şiir dinletisi yapar. Dinleyenler arasında sevdiği kadın ve kocası da vardır. Dinleti bitince kadın çıkışta şairi bekler ve ona:
"Beni tanıdın mı?” diye sorar.
"Hayır tanıyamadım” diye cevaplar şair.
Kadın, unutulmuş olmanın şaşkınlığı ve kızgınlığıyla:
"Nasıl tanımazsın? Yıllar önce aşık olduğun sana bu şiirleri yazdıran kadınım ben” der. Bunun üzerine şair, kadının yanındaki kocasına göz ucuyla bakarak şöyle söyler:
"Keramet sende olsaydı, o kolundaki de şair olurdu.”
Geçtiğimiz haftalarda denk geldiğim bir açıklama, yıllar öncesinde hafızamda derin bir yer etmiş olan bu kıssayı hatırlattı bana. Zihnimde yeniden şimşek gibi çaktırdı adeta. Öyle talihsiz bir açıklamaydı ki, konu hakkında yazıp yazmamakta birkaç hafta tereddüt yaşasam da, şairlere karşı yapılan bu pişkinliğe, saygısızlığa karşı şairler tavır koymayacaksa başka kim tavır koyacak diye düşünerek yazmaya karar verdim. Sırf şair olduğu için de değil üstelik; asil bir gönül insanı olduğu için yazmak istedim. Evet, ondan bahsediyorum. Sezai Karakoç’tan…
Sezai Karakoç, en meşhur şiiri olan Monna Rosa ile ilgili kendisine yöneltilen soruları yıllarca yanıtsız bırakır, açıklama yapmaz. Çünkü bir şair, sevdiğinin ismini asla dile düşürmez, düşürmek istemez. Bir şairin ruhunda yoktur böyle bir ucuzluk, böyle bir basitlik. Ancak çok üstüne gelinince, o kişinin ismini vermeden şöyle bir izahat yapar konuyla ilgili olarak:
“O dönemde şiirlere yabancı isim verme geleneği vardı. Bir de bu serbestliler gül ile dalga geçince ben de Monna Rosa koydum şiirin adını. Tek gül anlamında bir şey. Tamamıyla kendimi denemek için yazdım şiiri. Akrostiş şiir yazma modası vardı bir de. Genç şairler çok hevesliydi akrostiş şiirler yazmaya. Ben de gencim tabii. Hem hece ölçüsüyle olsun hem de akrostiş olsun diye bir şiir kaleme aldım. Okuldan bir arkadaşımın ismiyle yazdım. Şiirin akrostiş olduğu çözüldü. Sonra da herkes bir rivayet uydurdu. Şiiri mülkiyede okumuşum da birisi intihar etmiş. Ne şiiri mülkiyede okudum, ne de birisi intihar etti. Şairin reddettiği şiir diyorlar. Hepsi uydurma. Birisi benim yüzümden intihar etse ben yaşayabilir miyim?”
Bir şair naifliğiyle açıklık getirilmiş olaya… Şairi bizzat, “Tamamıyla kendimi denemek için yazdım şiiri” diyor. Sevdiği kızın ismini düşürmüyor dile ve zarif bir şekilde koruyor aslında. “Okuldan bir arkadaşımın ismiyle yazdım” ifadesinde bu açıkça görünüyor zaten. Şairi, gereken bütün izahatı yaptığı halde, şiirde ismi akrostiş yapılan bayan (M.A), nam-ı diğer Monna Rosa, Sezai Karakoç vefat ettikten yıllar sonra çıkmış, hem Cemal Süreya’ya hem de Sezai Karakoç’a ilişkin açıklamalarda bulunmuş. Paylaşılamayan bir maşuk ya kendisi (!). Cemal Süreya, ceplerine şiirler koyarmış kendisinin. Sezai Karakoç ise devamlı ısrarcı bir havadaymış. Sürekli yazdığı şiirleri verirmiş. Kendisi de lütfedip alırmış o şiirleri. Bakın ne diyor bununla ilgili pek kıymetli (!), şairlerin peşinden koştuğu (!) hanımefendi:
“Onu (Monna Rosa şiirini) bana vermek için ısrarcıydı. Israrcı olduğu için alıyordum ben de mecburen. Almasam tekrar ısrar edecek biliyorum. Yani bütün yazdıklarını vermek için uğraşıyordu. Ama ne bileyim düşünmedim (arkadaşlık) o zamanlar hiç.”
Yani şahsına şiir yazılması hoşuna gittiği için almamış şiirleri. Mecburen almış, lütfen almış. Dinlerken sinirlensem mi, üzülsem mi, yoksa acısam mı bu kadına karar veremedim bir an. Halen de verebilmiş değilim ama acıma duygum biraz daha yoğun sanki. Eee tabii, “Aslında şiirlerle pek o kadar başım hoş değildi. Daha çok nesir olanları severim” diyen bir şiir sevmezden de başka bir şey beklenemezdi diye düşünüyorum. Şiirlerle arasının iyi olmadığını kendisi söylemese dahi hâli, tavrı bangır bangır bağırıyor zaten. “Ben şiirin zarafetinden nasibini almamış bir biçareyim” diye haykırıyor ahvâli. Ona bakınca ve dinleyince anlamamanız işten bile değil bu durumu. Çünkü şiir ruhlu hiçbir insan yıllar sonra kalkıp da böyle talihsiz bir açıklamada bulunmaz. Ne alaka, ne münasebet demezler mi insana? Sahi ne münasebet? Yoksa bir şeylerin pişmanlığı mı var içinde sevgili Monna?
Bir de şu var tabii, Cemal Süreya ile Sezai Karakoç kendisi için rekabet halindeymiş ve uğruna şiirler yazılması kendisi için gurur vericiymiş. “Benim için gurur verici” diyor. Ancak kendisi kaçan, ulaşılmaz (!) bir maşuk ya, “Hiçbir yakınlık göstermedim, umut vermedim. Kendisi karşıdan karşıya mı diyelim, ne diyelim o şekilde bir sevgi beslemiş” ifadesini kullanıyor. Gerek var mıydı sevildiğini bu kadar insanların gözüne sokmaya? Şairi bile bu konuyla ilgili açıklama yapmazken üstelik. Bu ne saygısızlık? Hem şiire hem de şairine…
Daha da komiği var. Onda da diyor ki, “Ölmeden bir ay kadar önce Fenerbahçe’de baktım karşıdan biri geliyor ama tanıyamadım. O kadar dikkatli bakıyordu ki. 5-10 gün sonra gazetede ilanı gördüm. Aaa Sezai Karakoç’muş bu dedim. Bilseydim yani orada kafelerden birinde beraber bir kahve içerdik. Ne yapalım kısmet değilmiş o da.”
Lütfediyor pek kıymetli (!) hanımefendi. Ne de olsa uğruna şiirler yazılan kadınla oturup bir kahve içmek, daha doğrusu içebilmek müthiş bir olay (!). Her babayiğidin harcı değildir o şerefe nail olabilmek değil mi? (!)
Bununla da kalmayıp devam ediyor:
“Ben seçtiğim kişiyle gayet mutlu oldum. Güzel çocuklarım oldu. O da benden büyüktü ve mülkiye mezunuydu” diyor. Yahu Monna? Kime ne senin seçimlerinden, tercihlerinden, evliliğinden, mutluluğundan. Ayrıca çocuklarının güzel olup olmadığından. Dinledikçe kulaklarına inanamıyor, gülse mi, ağlasa mı gerçekten karar veremiyor insan? Edebiyat tarihine geçmiş böyle bir şiirin ve şairinin, hatta bir başka şairin daha (Cemal Süreya) böyle talihsiz açıklamalara meze yapılmasını kabul etmiyorum, edemiyorum. Ben edebiyat tarihine geçecek bir başka şey söylemek istiyorum bu pek kıymetli (!), ulaşılmaz (!) hanımefendiye… Yazının girişinde bahsettiğim keramet kıssası var ya, işte o tam olarak gerçek biliyor musun? Sizin hikayeniz değil elbette o kıssada anlatılanlar ama bizzat senin tarafından sağlaması yapılmış, doğruluğu teyit edilmiş bir kıssa oldu. Neden mi? İzah edeyim… Eşinin de senin için şiir yazmak istediğini belirterek ve üstelik yazılan şeye kendin de kibarca burun kıvırarak kendi ağzınla bak neler söylüyorsun;
“Kendisi de küçük bir şiir hevesinde bulundu. Ama çok kolay basit bir şey. ‘İsterim ömrümce/ Buldum gönlümce/ Gözlerinde yaş/ Arzuyla demlenecen.’ Yani bu kadar bir şey. Tabii yine de bir emek vermiş. Bak onunkini ezberlemişim. Hayatımdan memnunum. Kararlarımdan da memnunum çok şükür. İyi kararlar verdim.”
Bu ifadelerden anladığım, Monna Rosa şiirini önemsememişsin yani. O yüzden ezberlememişsin. En tabii haktır, olabilir elbette. Ama yazımın girişindeki bahsettiğim, uğruna şiirler yazılan kadın gibi ortaya atılıp “O kişi benim” diyorsun. Neden? İnsan önemsemediği şiir ve şair için neden yıllar sonra, üstelik ortada hiçbir sebep yokken çıkıp da açıklamalar yapar? Bunun yorumunu sevgili okurlarıma bırakarak şunu söylemek istiyorum ben:
Sen de görüyorsun ki, keramet sende olsaydı çocuklarının babası da şair olurdu sevgili Monna!
Sen de görüyorsun ki…
YORUMLAR