Kırk Yıl Değil Bir Ömür Hatırı Sayılacak Kahve
Reklam
Narin Demirci

Narin Demirci

Kırk Yıl Değil Bir Ömür Hatırı Sayılacak Kahve

19 Eylül 2024 - 23:12 - Güncelleme: 20 Eylül 2024 - 02:42

“Umut kahve gibidir, insanı doyurmaz ama yaşama tat verir” derler ya, belki de gönlümüzü ve hayal dünyamızı umutlarla doldurmak içindi kahveye olan bu düşkünlüğümüz. Hayatımızı bir nebze olsun tatlandırmak isteyişimizden. Belki de şiirlere en iyi yoldaş olduğunu fark ettiğimiz içindi. Bilemiyorum asıl sebebini. Ancak şunu söyleyebilirim ki, nedenine ister umut diyelim, isterse şiir, sonuç değişmiyor. Yoldaşım hep aynı oldu. Ne zaman müspet ya da menfi bir duygu yoğunluğu hissetsem yoldaşımla paylaşır, dertleşir, hâlleşirim. Onunla hemdem olurum. O da beni hiçbir zaman yalnız bırakmadı, bırakmaz da. Ondandır ki, kahvenin yeri her zaman bambaşkadır bende…

Geçtiğimiz günlerde yine kahve almak için üç yıldır bilfiil gittiğim kuruyemişçiye uğrak verdim. Etrafındaki 13-14 yaşlarındaki gençlerle kapının hemen dışında sohbet eden dükkân sahibi, ben gelince sohbetini böldü ve benimle ilgilenmek için dükkâna girdi. Kahve almak istediğimi söyledim. O sırada dev kahve değirmeninin, öğütülmüş kahve haznesini açıp baktıktan sonra “Zamanın var mı kızım?” diye sordu. Ben de “Tabii ki var. Bekleyebilirim” dedim. “Kahve kalmamış da, yeniden çekmem lazım. Ama ezan okunuyor. O yüzden zamanın var mı diye sordum. Ezan okunurken çekmeyeyim. Makine çok gürültülü çalışıyor. Ezana saygısızlık olmasın” dedi. Aslında sürekli hazne dolu olurdu. Olacak ya, bazı şeylere şahit olmamız, bazı güzelliklerin ya da bazı insanların kalbinin bu dünyadan öte bir güzelliğe sahip olduğunu fark etmemiz gerekiyormuş.

Amcanın bu hassasiyeti o kadar hoşuma gitti ki, gerçekten oldukça etkilendim ve çok duygulandım. İçimden “Dünyada kalmış mı böyle hassas ruhlu insanlar?” diye geçirirken, o dev kahve değirmeninin önünde, ben de hemen yanında ezanın bitmesini beklemeye başladık. “Bu arada beklerken bir şeyler atıştırabilirsin kızım. Bak kuru kayısı var, elma var. Ne istersen yiyebilirsin” dedi. “Teşekkür ederim. Var olun. Gerek yok” dedim. O sırada dışardan sipariş verdikleri çayları geldi. Amcanın çayını içeri getirip tezgahın üzerine bıraktılar. Ben de “Yaşlı başlı adamcağızı ayakta beklettim. Üstelik çayını da boğazına dizdim. Keşke daha sonra gelmiş olsaydım” diye içimden geçirip mahcubiyet duymaya başladım iyice.   

Ezan bitince amca makinayı çalıştırdı, çekirdek kahveleri bir güzel öğüttü ve tarttı. Tarttıktan sonra kasaya giderken, “Beklettiğim için kusura bakma kızım. Allah senden razı olsun. Sen beni kırmadın, nazik karşıladın, Allah da seni hem bu dünyada hem de ahirette incitmesin” diyerek birbirinden güzel dualarda bulundu dükkândan çıkana dek. Halbuki ben mahcubiyetimden yerin dibine girecektim haberi bile yoktu. Beli bükülmüş, yaşlı bünyesi o kadar yorgun görünüyordu ki, bir de mecali olmadığı halde benim yüzümden ayakta kalmıştı. Ben bunları düşünüp mahcup olurken, o bana karşı kendisini mahcup hissediyordu enteresan bir şekilde. Ve dua ediyordu. Aslında ışıltı tam olarak kendisindeydi. Değerlerine, kutsallarına ve insan olmaya öyle güzel bağlanmış ki, parıl parıl parlıyordu kalbi. Ve sırf bu yüzden, bizlerin yapılması gereken normal davranışlarını, bizden kaynaklanan ekstra bir nezaket olarak algılıyordu. 

Ben, “Rica ederim olması gereken şeydi. Bunun için özre gerek yok. Olması gereken şeyin özrü mü olur? Ezana karşı zaten böyle olmamız lazım. Ne ezana karşı beklemek ne de bir insanın başka bir işi olsa dahi işini bitirmesini beklemek bizi ayrıcalıklı yapmaz. Asıl ben size hayran kaldım. Bu devirde böyle hassas, kibar, düşünceli insanları görmeye hasret kalmıştık. Sayenizde görmüş olduk” deyince, “Öyle deme. Şu dört duvar içinde neler görüyoruz, nelere şahit oluyoruz bir bilsen. İnsana denk gelmek mucize artık. Kahveyi fazla tarttım. Bunu benden ikram olarak kabul et lütfen kızım” demez mi? Çok şaşırdım. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi böyle bir şey. Mümkün değildi. Kabul edemezdim. Etmedim de. Ancak, “Eğer bu ikramımı kabul etmezsen bana çok büyük bir kötülük etmiş olursun. Bu benim içimden geldi çünkü. Almazsan hayatım boyunca rahat edemem ben. İçimden gelen bir şey” dedi ve “Aslında hiç para almamam lazım” diye de ekledi.

O son cümle var ya, o son cümle... İşte o cümle hayatım boyunca duyduğum en heybetli cümlelerden biriydi desem yalan olmaz. “Aslında hiç para almamam lazım…” Kötü hissedeceğini söyleyince ikramını kabul ettim tabii. Benden, dükkâna girdiğimde talep ettiğim kahve miktarının ücretini aldı, ilave yapmış olduğu kahveyi de ikram olarak verdi. İnsan böyle bir zarafet karşısında hangi sözcüklerle teşekkür edeceğini bilemiyor gerçekten.

Ama üzülüyorum…

İnsanların, karşısındaki ufacık, olması gereken anlayışına karşı “Aslında hiç para almamam lazım” diyecek noktaya getirilişine ve insanlar içerisinde insana hasret bırakılışına üzülüyorum...

Bitmek bilmeyen ego savaşlarına üzülüyorum…

Hiç yoktan insanların birbirine etmediği zulmün kalmayışına üzülüyorum…

Yaşadığımız haksızlıklara ve bir türlü insan gibi yaşamayı başaramayışımıza üzülüyorum…

Düşünüyorum da alışverişe gelen bir müşterinin, esnafla ne derdi olabilir ki? Ne söylemiş, ne yapmış, nasıl gönlünü kırmış olmalılar ki, artık normal, olması gereken şeyleri bile kibarlık olarak algılamaya başlamış bu insan.

İşte ben en çok da bu noktaya takılıyorum. Çünkü bu bizim millet olarak, insanlık olarak kanayan ve bir türlü kabuk bağlayamayan yaramız maalesef. Etrafınıza şöyle bir bakıyorsunuz; herkesin birbiriyle (üstelik tanımadıkları insanlarla) bir derdi var. Ne alıp veremiyoruz ki biz? Neyi bölüşemiyoruz? Tatmin olmamış egolarımızın esaretinden neden kurtulamıyoruz ve niçin kalabalıklar içinde insanlara hasret yaşıyoruz?

Ve sırf bu yüzden, şimdi o amcadan aldığım alışveriş fişini de kaybolmaması için önemli evraklar dosyamın içinde saklamaya başladım. Çünkü hayatımın en önemli, en anlamlı alışverişiydi bu. Güzel insanların hâlâ var olduğuna dair yeniden umutlar yükledim sırtımın, gönlümün en kambur yerine. Dosyanın içinde neler yok ki? Henüz jelatininden çıkarılmamış çizgili soket çorap dahi var. Görenlerin asla anlam veremeyeceği, “Evrakların olduğu bir dosyada çorabın ne işi var?” diye belki de deli yaftası takacakları birçok malzeme var içerisinde. Şayet yaralarımızı yeniden kanatmak istersek, belki o çorap hikayesini de kaleme alırız bir gün. Kim bilir? Ancak bu fişi de arşivimde, ömrüm yettiğince muhafaza edeceğim. Ve belki de bu fişi her gördüğümde aklımdan hem bu yaşlı amcayı hem de şairin şu dizelerini geçireceğim:

“Beton duvarlar arasında bir çiçek açtı
Siz kahramanısınız çelik dişliler arasında direnen insanlığın
Saçlarınız ızdırap denizinde bir tutam başak
Elleriniz kök salmış ağacıdır zamana
O inanmışlar çağının

Zaman akar, yer direnir, gökyüzü kanat gerer
Siz ölümsüz çiçeği taşırsınız göğsünüzde
Karanlığın ormanında iman güneşidir gözünüz
Soluğunuz umutsuz ceylanların gözyaşına sünger”

YORUMLAR

  • 0 Yorum
Henüz Yorum Eklenmemiştir.İlk yorum yapan siz olun..

Son Yazılar