“Yalnızdım. Kendi dünyama hapsolmuştum, diğerleri ile
iletişim kuramıyordum. Varlığımı onların varlığından ayıran, beni onların
hayatları ve faaliyetleri dışında tutan camdan bir duvar vardı sanki” diyor
kendi hikayesini anlatırken o.
Öyle herhangi bir hikaye değil bu. Doğuştan beyin felci
olan ve beş yaşına geldiği halde herhangi bir zeka belirtisi göstermediği için
bedensel engelinin yanı sıra doktorlar da dahil herkesin zihinsel engelli
olduğuna inanılan bir çocuğun hikayesi. Öyle ki yaşayan on üç kardeşin içinde
“farklı” olduğuna inanan ve zaman zaman hiç normale dönemeyeceği, homurtulu bir
ses çıkarmanın haricinde hiçbir zaman konuşamayacağı ve derdini
anlatamayacağına inanıyordu kendisi bile. Tabii annesi hariç. Annesi
inanmıyordu onun zihinsel engelli olduğuna ama ispat edecek bir delili de
yoktu. Çaresizdi.
Ta ki bir gün kardeşlerinden birinin tebeşirini sol ayak
parmaklarına alıp bir şeyler karalayışına kadar. İçinde biriken acıları,
anlatamadığı ve akranları gibi davranamadığı için içinde günden güne biriken
kırgınlıkları, isyanları vardı. Kendisine zihinsel engelli muamelesi
yapıldığının da farkında olduğu için daha da katlanıyordu kendini ifade edememe
acısı. Biriken isyanlarıyla kavradı tebeşiri ve bir şeyler çizebildi ayak
parmaklarıyla. Mutfakta yemek yapan annesi elindeki işi bıraktı ve onu izlemeye
başladılar hep birlikte. Annesi o an boşuna umut beslemediğini anladı. İşte bu
bir ispattı. Bilimi yanıltan bir ispattı. Bu olay için de yıllar sonra “Ayak parmaklarımın
arasında tuttuğum bir parça kırık tebeşirle yere çizdiğim o bir harf (A harfi) benim
için yeni bir dünyaya giden yol, zihinsel özgürlüğümün anahtarıydı” diyecekti
o.
Annesi çocuğundaki azmi görünce diğer kardeşlerinin
defterlerinden yapraklar kopararak ve eline kurşun kalemler sıkıştırarak önce
“A” harfini, sonra da bütün alfabeyi öğretti çocuğuna. Ona göre “alfabeyi
bilmek savaşı kazanmanın yarısıydı.” Çünkü dışarıya karşı bir iletişim aracı
geliştiriyordu artık. Alfabeyle yeni sözcükler, cümleler derken farklı bir
güzergaha evrilecekti yolu. Sol ayağı ise bu yolda en büyük yardımcısı, en
büyük dostu olacaktı. Oluyordu da. Onu temel iletişim aracı olarak görüyor, her
geçen gün daha sıkı bağlanıyordu. Kendi ifadesiyle bulunduğu hapishanenin
kapısının tek anahtarıydı o.
Artık tebeşir yerine kurşun kalem kullanıyordu. Her zamanki
gibi mutfakta olan annesi, çocuğunun homurdanarak çıkardığı sese koşunca gördü
son olanları. Yeni bir şeyler karaladığını anlamıştı. Koşarak geldi ve oğlunun
kalemle “Anne” yazdığını gördü. Şaşırdı, şok oldu. Bir o kadar da mutluydu
tabii. Duygularını gizleyemedi. Güvenini gösterdi evladına her zamanki gibi. İçinden
‘anne’ yazmak gelmişti. Çünkü ona inanan bir tek annesiydi. Hissediyordu bunu.
Aradan aylar, yıllar geçiyordu. O ise yeni kelimeler,
cümleler derken gazetelerden öyküleri koparıp sol ayağıyla kağıtlara kopya
ediyor, pratik yapıyordu. Yazmak iyi geliyordu. Ama zaman içerisinde sıkıldı ve
kopya işlemini kendini ifade etmek için yeterli bulmadı. İçindeki isyanı
bastırmanın başka yollarını arıyordu ki bir gün kardeşlerinden birine alınan
boyalar dikkatini çekti. Bu defa boya fırçasını aldı yine sol ayak
parmaklarının arasına. Sürekli dış dünyayla yeni iletişim yolları deniyordu bu asi
çocuk. Kendini ifade etmek için her şeyi yetersiz buluyordu ve bu yüzden çok
asabiydi. Fakat resim yapmak ona çok iyi gelmişti. Resim yaptıkça sakinleşiyor,
yine kendi ifadesiyle ‘saldırgan’ olmuyordu. Sürekli ama sürekli resim
yapıyordu. Tek tutkusu olmuştu adeta ve bir gün katıldığı resim yarışmasını
kazanmış, haberlere konu olmuştu. “Resim yapmak benim için her şey demekti. Bu
sayede kendimi birçok açıdan ifade etmeyi öğrenmiştim” diyordu bu konuda. Ama
zamanla resim de tatmin etmez olmuştu onu. Anlatabilmek, konuşabilmek
istiyordu. “Çarpık ağzım, yamuk ellerim ve işe yaramaz bedenim yüzünden bütün
dünyaya kırgındım” cümlelerinden anlaşılıyor bu. Artık hikâyeler yazmaya
başlamıştı. Kendi özgün hikâyelerini. Karakterleri, yerleri, olay örgüleriyle
her şeyi kendi hayal gücüne, kendi dünyasına ait hikâyeler. İçsel savaşı hikâyelerine
de yansıyordu elbette. “Çok kanlıydı” dediği hikâyelerinde karakterleri
öldürmekle kalmıyor, en şiddetli ölümleri reva görüyor, ölüleri parçalara bile
ayırıyor, kalan parçaları da etrafa dağıtıyordu. Böylece hayatının daha az
sıkıcı olacağını düşünüyordu.
Sonra bir gün evlerine gelen bir doktor iyileşip
iyileşemeyeceğini yani umut olup olmadığını anlamak için onu Londra’ya gönderdi.
Sonuç güzel geldi. Kendisi isterse iyileşebilirdi ve zihninde oluşturduğu o
kabus dolu günlerinden kurtulabilirdi. Bir dönüm noktasındaydı. Kararı da
kurtulmak yönünde oldu zaten. “Tamam” dedi. Ama kurtulması için mühim bir
tercih yapması gerekiyordu. Tek dostundan, tek iletişim aracı ve dış dünyaya
açılan tek penceresini kapatması gerektiğini söylüyordu doktor. Sol ayağından
vazgeçmesinden. İnanması güçtü onun için. Karşısında doktor, “Hiçbir şey
yapmadan iyileşmen imkansız. Artık sol ayağını asla kullanmayacaksın” diyordu. Ama
sol ayağı haricindeki hiçbir yerini anlamlı bulmuyordu ki o. “Geri kalanım
anlamsız ve değersizdi. Sol ayağım bütün vücudumun çalışan tek yeriydi”
diyordu. Onsuz yitik, güçsüz ve sessiz kalacağını düşünüyordu. Ama doktor
kararlıydı, “Bunları yapmazsan hiçbir şekilde normal bir yaşam süremezsin”
diyordu. Çünkü sol ayağını kullanırken bedeninin diğer kısımlarında baskı
oluştuğunu ve sakat kasların daha da kötüleştiğini söylüyordu doktor. Kazanmak
istiyorsa sahip olduğu her şeyi yani sol ayağını ortaya koymalıydı çaresi
yoktu. Bu bir savaştı onun için ve bu savaşı mutlaka kazanacak, içindeki öfkeyi
dindirecekti.
Klinikteki tedavilere başlamıştı ama çok zorlanıyordu. Bazı
şeyler dile kolaydı fakat uygulamak o kadar kolay değildi. Zaman zaman
özlüyordu eski dostunu. Çok ihtiyaç duyuyordu ancak kullanmaması gerektiğini
biliyordu. İçindeki fırtınayı dindirmek için platonik olarak sevdiği kızla
mektuplaşmaya başladı. Yazmak iyi geliyordu. Tedavisi de iyi gidiyordu. Nefes
kullanmasını bile öğreniyordu homurdanmamak ve konuşabilmek için. Diğer
egzersizleri de gayet iyi sonuçlar veriyordu.
Günden güne yaptıkları şeylerden tatminkar olmayınca kendi
hikayesini yazmaya karar verdi. Ne de olsa zihinsel engelli olarak daha ilk
başta etiketlenen ve annesinin inancı olmasa belki de hiçbir şey yapamayacak, konuşamayacak
bir insandı. Hatta herkes onu zihinsel engelli zannedecekti. Kendisi bunun
aksini söylemek isteyecek ama söyleyemeyecekti. Düşünmesi bile ne büyük bir
acıydı. Bunun için bütün bunları yaşamış bir insan olarak içindekileri dışa
vuracak ve kendi hikayesini yazacaktı. Bu onun için farklı bir deneyimdir. Bir
gelişimdi. Bir ispattı. Kitabın ismini bile hazırlamıştı. “Bir zihinsel
engellinin anıları” yazacaktı kitabın kapağında. Böyle bir ironi yaparak
kendisinin zihninden şüphe eden doktorlara da okkalı bir tokat atmış olacaktı
haliyle.
Kendisiyle ilgili epeyce yazı yazdırmıştı kardeşine.
Kendisi söylemiş o da yazmıştı. Ancak kitabın iyi gidip gitmediğini birine
sorması gerekiyordu. Aklına kendisini Londra’ya tedaviye gönderen doktoru
gelmişti. Aradı ve bir kitap çalışması olduğunu söyledi. Doktor epeyce okudu
yazılanları. Beğendi ancak yeterli bulmadı. Ona başta edebiyat olmak üzere
geometriye kadar ders aldırttı. Artık hem bedeni hem de zihinsel dünyası
değişiyor, iyileşiyordu. Doktoru ona beğendiği yazarların kitaplarından verdi.
Edebi yönden nerede olduğunu görmesi ve kendisini sorgulaması için bir yöntemdi
bu. Etkili de oldu. Üçüncü denemede artık başarmıştı. O artık kendi hikâyesini
yazan bir yazardı. Çünkü ona göre konuşamamak ve anlatamamak en büyük engeldi. Çünkü
insanın konuşamazsa kaybolacağını düşünüyordu. Dolayısıyla yazmak da konuşmanın
bir yöntemiydi. Fakat tedavinin sonunda zaten artık konuşabiliyordu.
O artık engelli değil engelleri aşmış, zincirlerini
kırmış bir insandı. Konuşabilen, derdini anlatabilen bir ressam ve kendi
hikâyesinin mimarıydı. O artık “Sol Ayağım” kitabının yazarı, aynı isimli
filmin de baş kahramanıydı. Ve o bütün bunları “her şeyim” dediği sol ayağından
vazgeçerek başardı. Şayet ondan vazgeçmeseydi, belki de hayatı boyunca hiçbir
şeyi elde edemeyecekti. Demek ki bazen, her şeye ulaşmak için her şeyinden
vazgeçmek gerekirmiş…
Selam olsun, rahmet olsun sana Christy Brown...
Ben de artık vazgeçtim…
Sol ayağımdan…
YORUMLAR