Zamanın behrinde saçma sapan şiirler yazan bir adam, gördüğü rüyayı Molla Camii’nin meclisinde anlatmak ister ve:
- “Üstad! Dün gece rüyamda şiirler yazıyordum ki Hızır aleyhisselamı gördüm. Mübarek ağzının tükürüğünden bir parça benim ağzıma tühledi” der.
Adamın, yazdığı şiirlerde keramet aranmasını ve çevresindekileri Hızır’ın (as) kendisine feyiz verdiğine inandırmak isteyerek sahte şöhret peşinde koştuğunu fark eden Molla Camii, adama döner ve:
- “Bre ahmak! O öyle değil. Bence Hızır aleyhisselam bu şiirleri senin yazdığını görünce yüzüne tükürmek istemiş ama o sırada ağzın açık olduğundan, tükürük suratına geleceği yerde ağzına girmiştir” der.
Aslında bilindiği üzere “Ağzına tükürmek” deyimi, tüküren kişinin halifesi, vekili olmak ve onun adına yetkileri kullanarak icraatta bulunabilmek anlamı taşır. Dolayısıyla işgüzar adam da bu minval üzere anlatıyor rüyasını. Kendisine uhrevi bir paye çıkarmak istiyor ancak umduğuna nail olamıyor pek tabii.
Şiir... İnsanın kendisi ve düşünceleri üzerindeki en etkili sanatlardan biri. Onun içindir ki Yunus Emre, Mevlana gibi gönül ehli insanlar, vermek istedikleri mesajları hep şiir yoluyla vermişlerdir. Çünkü şiir, müzik ve bunlara ilaveten görsel sanatlar, insan hafızasında derin yer eder. O yüzden bu yolla edinilen bilgiler daha kalıcı ve etkileyicidir.
Ve tam da bu yüzden bir toplumu bölüp parçalamak isteyenler hep sanattan ve kültürden başlamıştır. Tabii şiir de bunlar arasında. Hatta insanları dininden uzaklaştırmak için de şiir, silah olarak kullanılmıştır. Cahiliye devrinde de, Asr-ı Saadet'te de edebiyatın, özellikle de şiirinin büyük bir yeri olmuştur. Çünkü o zamanlarda da özellikle müşrikler ve İslam düşmanları, şiirlerini fütursuzca Peygamber Efendimiz'e (sav) karşı kara propaganda aracı olarak kullanmışlardır.
Peygamber Efendimiz ümmi idi. Yani okuma yazması yoktu. Ancak asla cahil bir insan değildi. Bu kara propagandalara karşı şiirlerle karşılık verilmesini isterdi. Dolayısıyla Efendimiz Hz. Muhammed (sav) şiiri çok önemsemiştir. Hatta Hassân bin Sâbit (ra), Kâ’b bin Züheyr (ra) ve Abdullah bin Revâha (ra) “Peygamber Şairleri” olarak geçerler tarihte. Müşriklere karşı şiirleriyle, mısralarıyla savaşan cengaverlerdi onlar. İslam dini, şiiri ve şairi o kadar önemsemiştir ki, Kuran-ı Kerim'in 114 suresinden biri olan “Şuara” şairlere aittir. Zaten “Şuara” Arapça'da “Şairler” demektir. Toplamda 227 ayet olan bu surenin 224-227 arasındaki ayetlerinde şairlerden söz edildiği için “Şuara” ismini almıştır bu sure.
O dönemde müşrik şairler, şiirleriyle etrafındakileri etkilemeye başlayınca surenin 224'üncü ayeti olan “Şairlere ancak sapkınlar uyar” ayeti iner. Bu ayet indiğinde, Efendimizin şairleri üzülür tabii. Fakat onların üzüldüğünü gören Peygamber Efendimiz, surenin son ayeti olan 227'inci ayeti şöyle nakleder; "Ancak iman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlar, Allah’ı çokça ananlar ve haksızlığa uğratıldıktan sonra kendilerini savunanlar başkadır. Haksızlık edenler, neye nasıl dönüşeceklerini (başlarına nelerin geleceğini) yakında görecekler."
Bütün sanatçıların olduğu gibi şairlerin de yükü ve sorumluluğu hem büyük hem de oldukça ağırdır. Zira sadece kalemiyle değil duruşuyla da örnek teşkil ederler onlar. Daha doğrusu etmelidirler. Bir duruş örneği teşkil eden büyük şairlerimizden Cemal Safi’nin katıldığı bir programda şu ifadeyi kullandığını dün gibi hatırlıyorum:
"Önce Allah kelamı
Sonra Peygamber kelamı
Sonra şair kelamı"
Şairler; her şeyiyle örnek olan, şiiri sadece kelimeleriyle değil duruşuyla da gösteren, yani şiir gibi duruşu olan insandır. Ve Cemal Safi, insana en çok yakışan bir mücevher olan “mütevazı”lığı en güzel taşıyan şairlerden biriydi. Hem de Türk şiirinin dev şairlerinden biri olmasına rağmen. Zira şöhret, bir insan için en tehlikeli mertebedir. Yazdığı birçok şiir, birçok ünlü sanatçı tarafından bestelenmesine karşın en ufak bir kibir kırıntısı yoktu onda. O yüzden yazdığı şiirlerin bestelenmesi, Cemal Safi’yi kibre düşürmedi.
Onu çok seviyor, çok değer veriyordu Orhan Gencebay ve bunu da birçok platformda dile getiriyordu. En meşhur eserlerinden çoğunun şiirleri Cemal Safi'ye aittir mesela. Orhan Gencebay'ın yanı sıra Zeki Müren, Candan Erçetin ve Uğur Işılak gibi şu an burada sayamayacağım kadar fazla sanatçı tarafından söylenen en güzel şarkıların altında imzası vardır Cemal Safi'nin. Buna rağmen mütevaziliğinden taviz vermeyen, sevenleri alkışladıkça mahcubiyetinden yerin dibine girmek isteyen bir insandı o. Özel bir şairdi.
Şimdi ise etrafta bir “Yeni nesil” çılgınlığı aldı başını gidiyor. Biz, yeni nesil furyasına karşı değiliz ancak bozmak, parçalamak için yapılan eylemlere “yeni nesil” deyip geçenlerin de yanında duramayız elbet. Ohh ne âlâ… Aslını boz, manasını, duygusunu yok et, sonra da adına “yeni nesil” de geç. Ve bütün bunları da “Yenilik” kisvesi altında gerçekleştir. Yenilik bu değil. Yenilik; bozmak, mahvetmek değil.
Bu “yeni nesil” çılgınlığı ve saçmalığı sanata da sıçradı ne yazık ki. Özellikle de şiir ve müzik camiasına. İçerik üretemeyen, duygusuz, hissiz bir takım şiir, müzik ve şarkı katliamcıları, kendileri abuk sabuk şeyler ürettikleri yetmiyormuş gibi bir de eski şarkılara el attılar. Sanki eski ve güzel ne kadar şarkı varsa bozmaya, ruhunu yok etmeye ant içmiş, yemin etmiş gibi faaliyetteler. Güzelim şarkıları alıp, ağızlarını yayarak, lastik gibi sündürerek, bazılarında eşek gibi anırıp avazları çıktığı kadar bağırıp çağırıp, altına da birkaç tıngırtı uydurarak “yeni nesil” iş ürettiklerini zannediyorlar. Eski şarkıları bozma işi son zamanların modası haline geldi maalesef. Güzelim şarkıların üstünde tepin, heder et, sonra da geç karşımıza yeni bir iş üretmiş gibi sergile. Olacak iş mi? “His yok, hareket yok, acı yok... Leş mi kesildin?” diye soruyor ya bir şiirinde Mehmet Akif, işte bu leşler, his olmayınca, duygu olmayınca başkalarının duygularının manasını yok etmeyi maharet belliyor. Yepyeni hissiyatlarla, taptaze eserler üretilmeli ki, gerçekten yeni nesil eserler üretildiğine şahit olalım. Sanatçılar, zamanında en güzel, en duygulu ve en anlamlı şekliyle halka arz etmiş zaten eserini. Ne diye üzerinde tepiniyorsunuz güzelim eserlerin? Bir yanda böyle kabiliyetsizler, kendi duygularını bile konuşturamayan beceriksizler varken, diğer yanda bırakın kendi duygusunu, duygunun kendisini yani “Aşk”ı bile konuşturan sanatçılar var bu hayatta Cemal Safi gibi. Bakın aşkı, aşkın kendi ağzından nasıl dile getiriyor şair:
“Var mı beni içinizde tanıyan
Yaşanmadan çözülmeyen sır benim
Kalmasa da şöhretimi duymayan
Kimliğimi tarif etmek zor benim
Bülbül benim lisanımla ötüştü
Bir gül için can evinden tutuştu
Yüreğine Toroslar’dan çığ düştü
Yangınımı söndürmedi kar benim
Niceler sultandı, kraldı, şahtı
Benimle değişti talihi, bahtı
Yerle bir eyledim taç ile tahtı
Akıl almaz hünerlerim var benim
Kâmil iken cahil ettim alimi
Vahşi iken yahşi ettim zalimi
Yavuz iken zebun ettim Selim’i
Her oyunu bozan gizli zor benim
Yeryüzünde ben ürettim veremi
Lokman Hekim bulamadı çaremi
Aslı için kül eyledim Kerem’i
İbrahim’in atıldığı kor benim
Sebep bazı Leyla bazı Şirin'di
Hatrım için yüce dağlar delindi
Bilek gücüm Ferhat ile bilindi
Kuvvet benim, kudret benim, fer benim
İlahimle Mevlana’yı döndürdüm
Yunus’umla öfkeleri dindirdim
Günahımla çok ocaklar söndürdüm
Mevla’danım hayır benim, şer benim
Benim için yaratıldı Muhammed
Benim için yağdırıldı o rahmet
Evliyanın sözündeki muhabbet
Enbiyanın yüzündeki nur benim
Kimsesizim hısmım da yok hasmım da
Görünmezim cismim de yok resmim de
Dil üzmezim tek hece var ismimde
Barınağım gönül denen yer benim
Benim adım aşk”
Bir tarafta böyle aşkı bile kendi dilinden konuşturarak kaleme alan usta kabiliyetler, diğer tarafta çerler ve çöpler. Yeteneksizliğin, beceriksizliğin, düşüncesizliğin, hissizliğin had safhada olduğu bir çağda yaşarken gel de için sızlamasın, parçalanmasın. Sağlam bir içerik için sağlam duygulara, sağlam bir kaleme ve yazma becerisine sahip olmak gerekir ki, müzik camiasında son yıllarda bu özellikleri ara ki bulasın. Çünkü acıdan, kederden, hüzünden kaçıyor herkes. Aşkın acısından kaçıp, aşkı nasıl yazarsın ki? Mümkün değil. O duyguyu bilmeden, iliklerine kadar hissetmeden neyi nasıl hissettireceksin karşındaki insana? Olmuyor işte. Kolaya talip oldukça basitleşiyor insan. Ve bir bakıyorsunuz, saçma melodilerin altına, ondan daha saçma sözleri iliştirip şarkı diye yutturmaya çalışıyor saçma sapan yorumcular. Aslında böylelerinin yüzüne tükürmek gerekiyor da, Molla Camii’nin meclisindeki adam gibi yanlış anlarlar diye ödüm kopuyor. Maazallah kendilerine müspet bir paye çıkarmalarından korkarım. O yüzden yüzlerine tükürmeyelim bile onların.
Hiçbir meziyeti olmayan bu sözde şarkılar ve şarkıcıların bir kısmı ya politik ya ekonomik ya da LGBT cenahları tarafından kültürel ve ahlaki dinamitler olarak özellikle toplumun temeline yerleştirilmek için piyasaya sürülüyor, orada var ediliyor. O da ayrı bir tartışma konusu tabii. Bu tipler, kabiliyetleri oldukları için değil onlara biçilmiş, atfedilmiş belli bir misyonu yerine getirmek için finanse edilen piyondan başka bir şey değiller. Tıpkı tarihte olduğu gibi. Ve tıpkı tarihte “Küfürle” verilen mücadele gibi şimdi de bunlarla mücadele etmek zorunluluğu doğuyor Hakk’tan ve güzellikten tarafta bulunanlara.
Fakat bu çer çöplerin yanında bahar dalı gibi nadide olan şairlerden biri, aşkı konuşturan adam aramızdan ayrıldı altı yıl önce. Ve Türk şiiri büyük bir değerini kaybetti. Sadece Türk şiiri mi? İnsanlık büyük bir değerini kaybetti. Neresinde bir şair göçse bu dünyanın, taa içerden yanar ciğerim elimde olmadan. Çok derin bir şiir sancısı çöreklenir içime. Çünkü her şair gittiğinde bir güzellik, bir safîlik de beraberinde gidiyor bu hayattan. Dünya daha da kirleniyor. Şairler, damıtılmış duyguların surete bürünmüş halidir çünkü. En saf, en samimi duyguların vücut bulmuş, Yunus'un deyişiyle “Ete kemiğe bürünmüş” şeklidir. Onun içindir ki, son nefesine kadar aşkla ve şiirle yaşamıştır Cemal Safi. Çünkü aşık, sevgilinin her gelmeyişinde son nefesini verir gibi can çekişir ama bir türlü ölemez. Ölmek için dua eder. Tıpkı Cemal Safi'nin söylediği gibi. Bakın ne diyor üstad bir şiirinde:
"Bilmiyorum nerdeyim, ne haldeyim, ben kimim
Ayrılırken kimliğim, adresim sende kalmış
Tebessümü yüzüme çok görüyor matemim
Güldüğümü gösteren tek resim sende kalmış
Akların kaybolduğu, rengin ahenk bulduğu
Toprağın kadehine ab-ı hayat dolduğu
Bir gül için bülbülün saçlarını yolduğu
Aşkın harman olduğu o mevsim sende kalmış
Sende kalmış umudum, saadet çağım sende
Sende kalmış huzurum, tüten ocağım sende
Sende hayat kaynağım, duygu membağım sende
Can diyorum sana, can kafesim sende kalmış
Gel Allah’a borcunu teslim etsin bu yürek
Tez gel ki enkazımı kapatsın kazma kürek
Kelime-i şehadet getirmem için gerek
Son diyorum sana son nefesim sende kalmış"
Sen Allah'a borcunu ödedin ve enkazını da kapattı kazma kürek… Ancak bizim hecelerimiz, mısralarımız, beyitlerimiz “Sende Kalmış” be şairim. Şiirlerde vakarlı bir duruş, mütevazilikte yükseliş, sanatta insanlığımız sende kalmış...
YORUMLAR