Elbette ki şair ve
yazar usta isimlerden beslenmelidir; ancak her zaman onun gölgesinde kalmamak
için özgünlüğü yakalaması gerekir. Hani derler ya usta çırağı sollamazsa sanat
ölür, hatalı sollarsa çırak ölür. Yazar ve şair için de durum benzerdir. Günümüz
Türk edebiyatının en önemli isimlerinden Mustafa Okumuş’un; “Yazarlık, öyle
ısmarlama ilkelerle olabilseydi, herkes yazar olurdu. Bir şeyi bilmek ayrı, onu
uygulamak çok farklı bir şey… Diyelim ki şiirle ilgili çok şeyler öğrendiniz.
Bu, sizin şiir yazabileceğiniz-şair olacağınız anlamına gelmez. Ancak bu bilgiler,
doğaçlama yeteneğiniz varsa işinize yarar” ifadesi herhalde konuyu en iyi
açıklayacak niteliktedir.
Kahramanmaraş’ın
birikimli yazarlarından Mehmet Gören’in kaleminden Usta edebiyatçı Mustafa
Okumuş’un yazar, şiir ve sanata bakışını irdeledik. İşte o röportajımız:
Sayın Hocam,
öncelikle bize kendinizi tanıtır mısınız?
1932 yılında Kahramanmaraş'ın Türkoğlu ilçesi Karalar Köyü’nde
(Beyoğlu Beldesi) doğmuşum. İlköğrenimimi kendi köyümde, orta öğrenimimi Düziçi
Köy Enstitüsünde tamamladım. 1951'de ilkokul öğretmeni olarak Milli Eğitim'de
göreve başladım. 1960'da Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat grubu bölümünü
bitirdim. Aynı yıl Kahramanmaraş Lisesine atandım. Bu okulda uzun yıllar
öğretmenlik ve yöneticilik yaptım. Bir ara Kahramanmaraş İmam- Hatip Lisesinde
öğretmenliğe devam ettim. Buradan Kahramanmaraş Orta Okulu Müdürlüğüne atandım.
Emeklilik öncesine kadar bu görevde kaldım. 9. M. E. Şurası ön hazırlık
komisyonlarında görev aldım. 1967 Kahramanmaraş il yıllığı hazırlama
çalışmalarına katıldım. Vilâyet onayıyla, yeni açılan Kahramanmaraş Ticaret
Lisesi geçici kuruculuğunda görevlendirildim. Kadro oluşuncaya değin, ek görev
olarak, söz konusu lisenin alt yapısının oluşumuna katkı sağlamaya çalıştım.
Kahramanmaraş Kültür Sanat Evi (KÜSEV) kurucuları arasında yer aldım. Halen bu
derneğin üyesi ve derneğin yayın organı ALKIŞ Dergisi yazarlarındanım. Ayrıca
Gâvur Gölü ve Doğal Hayatı Koruma derneğinin kurucu ve Kahramanmaraş Kültür
Sanat Derneğinin de üyesiyim. 1981'de kendi isteğimle emekli oldum. Aynı yıl Kahramanmaraş'tan
yılın öğretmeni seçildim. Milli Eğitim Bakanlığı ve çeşitli kuruluşlardan
ödüllerim var. Şiir, deneme, öykü ve araştırma türlerinde yoğunlaşıyorum.
Şiirlerimden bir demet, özgeçmişimle birlikte ilk kez 1992'de İstanbul Edik
dergisinde yayınlandı. Abece, Altın Külâh, Alkış, Aykırı Sanat, Çıtlık,
Edebiyat Yaprağı, İmaj, Söylem, Kardelen, Turunç, Aşkın(e) Hali, Usare ve Yeni
Ufuk gibi düşünce, sanat ve edebiyat dergilerinde yazdım. “Yeni Haber ve
Kahramanmaraş’ta Bugün” adlı yerel gazetelerde (Düşüncenin Ufku) köşe yazarlığı
yaptım. Adıma, 2008’de Beyoğlu Beldesi’nde “Kültür-Turizm Bakanlığı Beyoğlu
Mustafa Okumuş Halk Kütüphanesi” açıldı. Bu kütüphanenin açılmasında Belde
Başkanı Osman Okumuş’un, binanın restore ve iç donanımına önemli katkıları
olmuştur. Mustafa Okumuş Halk Kütüphanesi, altı bilgisayarlı internet salonu ve
on bin cildi aşkın kitabıyla beldeye ve çevreye hizmet vermeye devam
ediyor.
Yazarlık serüveniniz
nasıl başladı? Sizi yazarlığa teşvik eden ya da edenler oldu mu?
Edebiyata ve sanata ilgim Köy Enstitülü bir öğrenciyken
başladı. Bu okullar ilgi ve yetenek alanlarını geliştiren, besleyen bir alt
yapı ve donanıma sahipti. Zengin bir kütüphanemiz, her türlü onlarca enstrümanın
bulunduğu bir müzikhanemiz, resim atölyemiz ve fen bilgisi laboratuvarlarımız
vardı. Öğrenciler, ilgi alanlarında boş zamanlarını öğretmen nezaretinde
buralarda değerlendirirlerdi. İlk şiir ve yazılarım söz konusu okulun duvar
gazetesinde sergilendiğinde bundan büyük bir keyif almış ve özgüven kazanmıştım.
Meslek yaşamım bu konudaki hayıflanmalarımla doludur. Uzun yıllar orta öğretim
kurumlarında yöneticilik yaptım. Rutin işler yazmamın önünde bir engel
oluşturdu, hep. Bu yüzden yöneticiliği bıraktım. Çok sürmedi yeniden bir okula
müdür olarak atandım. Emeklilikle birlikte bu engel ortadan kalktı. Zaten
öteden beri Varlık, Hisar vb. edebiyat ve sanat dergilerinin okuyucusuydum.
Ayrıca bir de birikimim vardı. Bu yüzden yayınlarım, emeklilik dönemi (1981)
sonrası ve günümüze uzanan bir süreçte gerçekleşti. Şiirlerimden bir demet ilk
kez İstanbul-Edik Dergisinde yayınlandı. (1992. sayı:41) Aynı derginin 42.
sayısında “İnsan ve Sevgi” adlı denememin yayınıyla bugünlere uzanan yazarlık
sürecim başlamış oldu. Halen kesintisiz devam ediyor. Yazmak benim için ekmek,
su, hava kadar hayati bir gereksinim oldu. İl içinde dışında hayli okurum var.
Onlardan aldığım güzel iletiler, yaşama ve yazma erincimi besleyip tetikliyor.
Yazar için okunmak, onu besleyen can damarlarından biridir. Bu nedenle yazar,
her seferinde okura karşı kendini sorumlu tutan, yenileyen kişidir. Sorunuzun
ikinci şıkkına da kısaca değineyim: Her yazarın hayatında bir usta-çırak
ilişkisi vardır. Bu yargı, özellikle gençler için geçerlidir. Özendiği bir usta
yazarın izini takip eder, bir süre. Sonra anlar ki o yazar, yaşadığı kendi
dönemini temsil ediyor. Bu yüzden ki onun kalıbı dar gelmeye başlar. Yazar o
kalıptan çıkar, kendi özgün kalıbını oluşturmak zorunda kalır. Oluşturamazsa
biter. Benim yazarlığım böylesine bir usta-çıraklık ilişkisine elvermedi.
Emeklilik döneminde başladığım yazın hayatımda kendi yolumu kendimce çizdim.
Sorgulama, yorumlama, algılama, özümseme, kavrama, gözlem, toplumun içini
irdeleme ve ifade etmede hep kendim oldum. Kendimce kaldım. Özentiden,
yapaylıktan, durağanlıktan uzak durdum. Yenilenmeye, değişime ve gelişime
kendimi açık tuttum. Kitaplaşmış ilk eserim “Gönül Bahçesi”dir. 1996’da
yayınlanan bu eserim nedeniyle beni yüreklendiren dostlarıma teşekkür ediyorum.
Belli bir aşamadan sonra her yazar başarısına kendi damgasını vurabilmeli,
özgünlüğünü yansıtabilmelidir.
Yazarın toplumdaki
görevi nedir?
Edebiyatımızın şiir ağırlıklı olduğu dönemlerde (Tanzimat
Edebiyatı) “Sanat, sanat içindir. Sanat toplum içindir” yargıları uzun süre
tartışılmıştır. Zamanla, tek başına her ikisinin de doğru olmadığı gerçeği
ağırlık kazanmıştır. Sanatın insanı ve toplumu dışlaması bir bakıma kendini
inkâr etmesi anlamına gelmez mi? Toplumsuz bir sanat, sanatsız bir toplum
düşünmek abesle iştigaldir, bence. Sanatın gelişimi toplumun beğenisinden,
ilgisinden güç alır ve sanatçıyı üretkenleştirir, geliştirir. “İltifat marifete
tabidir.” Marifet varsa, iltifat da vardır. İltifat varsa, marifet de vardır.
Görülüyor ki sanat ve sanatçı toplumla vardır. Onun ilgi, beğeni ve desteğinden
güç alır. Her sanatçı evrenselde olduğu kadar yaşadığı toplumun da aydınlanma
ve estetik gelişimine katkı sağlar. İlk insanlar bile kalıcılığın kitaplarda
olduğunu anlamış olmalılar ki sözlü ifadeden yazılı ifadeye geçerek kendilerini
geleceğe taşımışlar ve de uygarlık tarihini başlatmışlardır. Ülkemizde
yüzyıllardan beri okuyan, düşünce ve fikir üreten, yazan insanlar bilge olarak
algılanmış, kitaplarıyla özdeşleştirilerek saygı görmüşlerdir. Bu nedenle ki
Seneca: “Kitapsız hayat kör, sağır ve dilsizdir.” diyor. Bir Çin atasözünde
ise, “Kitapsız çocuk, susuz ağaca benzer.” deniliyor. Görülüyor ki uygarlığın
birikimi, eklene-eklene günümüze yazarlar, bilge filozoflar, mucitler,
kâşifler, sanatçılar, şairler, fikir ve düşünce adamları tarafından
ulaştırılmıştır. Yazarlar, sanatçılar geçmişi ve bizi karanlıktan eserleriyle
kurtarmışlar ve geleceğimize zengin bir ışık ve kültür kaynağı bırakmışlardır.
Günümüz yazarlarının en başta gelen görevleri geçmişten aldıkları bu mirası
zenginleştirerek geleceğe aktarmaktır. Bu yüzden evrensel ve toplumsal alanda
yazarlar, uygarlığın kitaplaşan yüzü ve itici gücüdür. Bence… Sözü uçmaktan
kurtarıp kalıcılığa taşıyan da onlardır. Bu nedenlerle ki Atatürk: “Sanatçılar
için verdiği bir kokteylde elini öpmek isteyen bir sanatçıya engel olarak, “Sanatçı
el öpmez, eli öpülür.” ve sözüne devamla, “Bizler Cumhurbaşkanı, Başbakan,
Milletvekili oluruz ama sanatçı olamayız.” demiştir. Yazarlar uygarlığın deniz
fenerleridir, demek geçiyor içimden…
Yazarla insan
arasında nasıl bir ilişki vardır?
Her kitabın bir yazarı vardır. Kitap yazarla insan arasında
bir köprü, insanın yolunu yordamını aydınlatan bir irşat kaynağıdır. Yazar
insanlara kitaplarıyla ulaşır. Onların önüne seçenekler kor, bir düşünce ve
sorgulama alanı oluşturur. Herkes kabınca alır. Körlüğünü, sağırlığını,
dilsizliğini giderir ya da karanlığını aydınlatır. Yazarın tek amacı insanı bu
arızalardan arındırıp okumaktır. İnsan hayatının içi, olumlu ya da olumsuz
yanlarıyla yazarın gözlem alanına girer. Yazar, insanı insana yansıtan bir
aynadır. İnsan bu aynada kendini görür, tanıma olanağı bulur. İsterse
beğenmediği yanlarına çekidüzen verme, zararlı bulduklarını ayıklama şansını
yakalar. Önemli olan okuma alışkanlığı kazanmaktır. Birçok yazın türleri var:
Çiçekler gibi renkleri kokularıyla haz duygularımızı bezerler; içerikleriyle
düşünce ve estetik algılarımızı yetkinleştirirler. Tüm evrensel, toplumsal,
erdemsel değerlerimizi beslerler, içimizi dışımızı aydınlatırlar. İnsan
yaparlar bizi... Yazarlarından yararlanmayan insanlar, öksüz kalmış çocuklara
benzerler. İnsan olmanın birçok nimetlerinden mahrum kalırlar, boşa düşerler,
salt mide ve cep kültürü yetmez ki insan olmaya…
Sizce, iyi bir yazar
nasıl olmalıdır? Yeni yazmaya başlayanlara ne gibi tavsiyeleriniz olabilir?
İyi bir yazar tablosu çizmek zor iş bence. Çünkü alan
oldukça görecelidir. Benim doğrularımın başkalarını bağlaması ise pek şık bir
beklenti olamaz, olmamalıdır. Başkalarının çizdiği bir kalıba ben girmek
istemem doğrusu. Öyleyse başkaları için şablon çizme hakkım da olmamalı diye
düşünürüm. Yazarlık öyle ısmarlama ilkelerle olabilseydi, herkes yazar olurdu.
Bir şeyi bilmek ayrı, onu uygulamak çok farklı bir şey… Diyelim ki şiirle
ilgili çok şeyler öğrendiniz. Bu, sizin şiir yazabileceğiniz-şair olacağınız
anlamına gelmez. Ancak bu bilgiler, doğaçlama yeteneğiniz varsa işinize yarar,
demeye çalışıyorum. İyi bir yazar, toplumun arkasında değil, önünde yer almalı,
sürekli kendini yenilemeli, hayatın içini titizlikle gözlemeli, bunları toplum
yararına eserlerine yansıtabilmelidir. Toplumun gözü, kulağı ve aydınlık
kaynağı olmalıdır. Okurunu izlemeli, onların gereksinimlerini öne almalıdır.
Dili iyi kullanmalı, yalın kıvrak bir üsluba sahip olmalıdır. Çok ayrıntılarla
(uzun betimleme ve tahlillerle) okuru bunaltmamalıdır. Çünkü insan hayatında
zaman giderek önem kazanan bir değer olma sürecine girmiştir. Eleştiriye
duyarlı olmak yazar için gelişimin kapısını açık tutma anlamına gelir.
Unutmamak gerekir ki öğrenci öğretmenin, okur, yazarın en etkin
denetleyicisidirler. Bunlar benim görüşlerim. Kimseyi bağlamaz. Tek doğrular
olduğunu da söyleyemem. Kişinin mantığı burada tek ayıklayıcıdır, elbette.
Geriye dönüp
baktığınızda “şunu da yapsaydım” dediğiniz bir şey var mı?
Kuşkusuz her insanın hayatında keşkeler, pişmanlıklar,
boşluklar ve kara delikler vardır. Hiç kimsenin hayattan beklentilerini tümüyle
elde etmiş olabileceği düşünülemez. Zaman geriye dönüşü olmayan, tekrar bütün
koşullarıyla yaşanması mümkün olmayan bir değerdir. Bize sunduğu kaçırılmış
fırsatların tekrarı da olası değildir. Zamana bağlı fırsatlar, bir defa gelir,
kullanılmazsa bin defa pişman eder, bizi… İnsan hayatı, yaşadığımız dönemin
şartları, fırsatlar ve gerçekleriyle şekillenir. Söz gelimi: Bizim
çocukluğumuzun savaşlar, kıtlık ve yokluk dönemine rastlaması gibi. Başarılı
insanlar, fırsatları çok iyi değerlendirenlerin içinden çıkar. Başarısızlık ise
erteleme alışkanlığından kurtulamayanların sorunudur. O nedenle her bireyin
hayatında keşkelerin, pişmanlıkların olması doğaldır. Bende de olduğu gibi…
Gününüzü nasıl geçirir,
neler yaparsınız?
Allah insanı devinimle donatmıştır. Devinimsiz bir hayat,
durağanlığa düşer, çabucak eskir. Bir emekli olarak hobisel alanımda
okuma-yazma, sosyal-kültürel etkinlikler içinde yaşama erincim besleniyor;
anlam kazanıyor. Değişim, yenilenme ve gelişimi diri tutarak, kendim ve
çevremle barışık yaşamaya çalışıyorum.
Değerli Hocam sizi
hayli yordum sanırım. Hoşgörünüze sığınarak bir de şiir ve şair hakkındaki
görüşlerinizi alabilir miyim?
Sayın Gören, bu sorunuza röportaj formatı içinde okurdan da
özür dileyerek kısa bir yanıt vermeye çalışacağım. Çünkü soru iki geçeli ve çok
boyutludur. Bu yüzden ağır bir sorumluluğu da vardır. Sorunun hakkını vermek
için kitaplar dolusu yorum yapılabilir. Ancak burada bana ayırdığınız zaman ve
yer sınırlıdır. Şiirin evrensel boyutlu bir ifade aracı olduğunu biliyoruz.
Edebiyatın hiçbir türü yokken o, ulusların yaradılış efsanelerinde vardı.
Şiirin evrenselliği insan fıtratında var olan duygu, algı ve tepki gibi ortak
paydalara dayanır, elbette… İnsanoğlu hangi coğrafyada, hangi ulus, dil ve
kültürden olursa olsun duyguları, estetik algıları, içsel tepkileri pek farklı
değildir. Sevindiğinde mutlu olur güler, üzüldüğünde mutsuz olur ya da incinir
ağlar. Güzele, iyiye, doğruya, hakka ve inceliğe hep duyarlıdırlar. Bu evrensel
duygu ve değerlerin dışa yansımaları da hep aynıdır. Bu olumlu ya da olumsuz
duyguların yansıtıldığı bir aynadır, şiir… Şairse, bu duyguları işleyerek sözün
gücünü ifadeye yükleyip sunan söz ustasıdır. “Bugüne kadar şiir nedir” sorusuna
yanıt arandı. Bu konuda birçok tanım ve yorum üretildi. Ancak hiç birisi şiirin
kesin tanımına ulaşamadı. Bu, Aristo’dan beri sürüp gelen ve kesin sonucu
bulunamayan bir çabadır. Çünkü şiir evrensel olduğu kadar da özneldir. Bu
nedenle öznel alanda öznel algıların ve ifadelerin çok farklı olması da
doğaldır, bence… Birkaç şairimizle örneklemek istersek: Orhan Okay, “şiiri,
güzel sanatların bir dalı, edebiyatın en karmaşık en kaypak bahsi olarak
nitelendirir.” Ona göre: “Denizde avuçlarınızla yakalayacağınızı zannettiğiniz
zaman çoktan parmaklarınız arasından sıyrılıp kurtulmuş bir balık gibidir. Şiir
oynak ve kaypaktır. Yahya Kemal’e göre: “Şiir musikidir. Fakat bildiğimizden
farklı bir musikidir.” Cahit Sıtkı’ya göre: “Şiir, kelimelerle güzel şekiller kurma
sanatıdır. Şiir, bir çığlıktır, bir ilân-ı aşktır, sallanan bir yumruk, bir
umut, bir kurtuluştur, Ahmet Haşim’e göre: “Şiir söz ile musiki arasında fakat
sözden ziyade musikiye yakın olan bir lisandır, bir hikâye değil, sessiz bir
şarkıdır.” Necip Fazıl’a göre ise: “Mutlak hâkimiyeti arama işidir.”
Ben kestirme bir tanımdan çok, kısa bir yorumla yaklaşmak
istiyorum konuya: Şiir bir esin coşkunluğu, söze insanı ve doğayı yükleme,
bunları yüceltme becerisi ve sanatıdır. Esin coşkunluğu doğaçlama bir olgudur.
Her insanda esin coşkunluğunu aynı ölçüde bulamayız. Esin coşkunluğu, içsel
duygu yoğunluğunun dışa vurumu, söze dökümüdür. Şair, bu esin coşkunluğunu
doğasından alır. Doğa ve insanda gördüğümüz üstün vasıflar ve beklentilerimiz
bizi heyecanlandırır. Ayrıca şiir, şairin üstün bir güzelliği özlemesinden
doğar. Biraz da şairi tanıyalım: “Şair dediğin biner şiir atına/ Dizgine
mahmuza hâkim/ Bir koşu başlar ki doludizgin/ Dizeler dokur atın yelesinden/ Su
içirir küheylanına bengisu çeşmesinden” (M. O.) Bana göre şair, özgünlüğü ve
öznelliği olan bir dilin sözcüklerine özel ışık, doku, renk, öz ve armoni
katabilen; fikir, duygu ve hayallerini yepyeni bir söyleyişle sunabilen söz
ustasıdır. O konuyu, o rengi, o özü, o armoniyi herkes şair kadar hissedemez, söze
dökemez. Allah her insana şiirsel bir dünya ve estetik bir incelik vermiştir.
Ancak bunu dillendirme işi şairindir. Bahaettin Karakoç: “ Şair duyduğunu
tekrarlayan bir papağan, şiir arıtılmamış, damıtılmamış kelimeler formu
değildir. Her şair soylu bir gezgin, her şiir ise yeni bir icattır.” der. Biçim ve içerikte katı kuralcı olan şair,
yeni bir biçim, söyleyiş, yeni bir öz getiremez, şiire… İlham perisinin özgür
sesine kulak vermelidir. Ziya Paşa: “Şair, şair doğar anadan/ Bazı kula hak
eder inayet.” dizeleriyle doğuştan gelen yeteneğe dikkat çeker. Bundan sonrası
söz konusu “yeteneği çalışmasıyla besleyip geliştirmektir.” der. Diyelim ki
elinizde güzel bir elmas var, ama siz onu işlemesini bilmiyorsanız ve emek
vermiyorsanız, hiçbir zaman o elmas, pırlantaya dönüşmez. Kuşkusuz şair
okuyucunun ilgisine, gereksinimlerine de duyarlı olmalıdır. Okurdan kopuk bir
şairin, okunması zora girer. Aşırı saklamacılığa dönük, salt sanat kaygısıyla
yazmak, toplumu dışlamak doğru değildir, bence… Aşırı saklamacı bir yaklaşımla
iletiyi imge sarmalına boğarsak, okurun karşısına ya bir felsefe düşlemesiyle
ya da bir bilmece giziyle çıkarız. Bir genelleme yapmak istemiyorum, ama kimi
yenici şairlerimizde bu eğilimi görüyoruz. Kimi zaman bu eğilimi yansıtan
şiirlere bakıyorum; şiir demekte zorlanıyorum, doğrusu… Ancak bu göreceli yargı
kimseyi bağlamaz. Bu, bu tür şiire saygım yok anlamına da gelmez. Ben güzel
sanatların tüm dallarında özgürlükten ve özgünlükten yanayım. Görünen o ki
şiir, kendi öz tabanına oturma çabasının sancısını çekiyor. Saman alevi gibi
parlayıp sönen birtakım akımların nedeni de bu olmalıdır. Bu arayışlar, sosyal,
kültürel, ekonomik boyutlu değerler değişiminin şiire ve de tüm güzel sanat
dallarına yansımasıdır; elbette… Oysa, her sanat o sanatın kendi gerçeğinden
doğar, onun üzerine kurulur. Söz gelimi insanları memnun edeceğim diye şiir
yazılmaz. Ama netice olarak üretilen ürün de alıcı bulmalı değil mi? Yani
toplumu dışarıda tutmamalı, onun değerlerine, ilgi alanlarına, estetiğine de
cevap vermelidir; demeye çalışıyorum.
YORUMLAR